TR EN

Dil Seçin

Ara

Din, Bilim Ve Teknolojide Yeni Anlayışlar 2

Din, Bilim Ve Teknolojide Yeni Anlayışlar 2

Teknolojik gelişmeler gibi, dinȋ anlayıştaki gelişmeler de insanların hayatlarının bir parçası olmuştur.

Çok şey gibi artık din de bireyselleşmiş ve harikalar asrında yaşamaya uygun olarak, sıradan insanlar Risale-i Nur ışığında dikkatli gözlem ve akıl yürütme yoluyla din ve iman hakikatlarını anlamanın şahikalarına ulaşma imkânı bulmuşlardır. Teknolojik gelişmeler gibi, dinȋ anlayıştaki gelişmeler de insanların hayatlarının bir parçası olmuştur.

Risale-i Nur, Kur’an’ın nuranȋ hakikatlerini muhakeme ve temsiller yoluyla anlatırken, her varlık ve olayın görünen yüzünün arkasındaki görünmeyen nuranȋ kudret, hikmet ve rahmet elini akıl gözüne gösterir. Görünen ve görünmeyen âlemler arasında muhkem köprüler kurup, âlem-i şehadeti âlem-i gaybın ekranlarına çevirir. Fenleri imana merdiven yapar. Risale-i Nur, materyalizm vebasına maruz kalmış, aklı ve kalbi karışık, ve zamanı dar çağımız insanı için Kur’an güneşine direkt bağlanan nuranî bir köprü görevi görmektedir.

Dinî literatür de zaman içinde öyle devasa ve karmaşık bir hale geldi ki, Kur’an ve onun arkasındaki ilahi irade görünmez oldu. Günümüz insanı yıllarını harcayıp tefsir, hadis, akaid, ilmihal, vs. öğrenemeyeceği için, din adamlarına bağımlı ve taklide dayalı şekilci bir sistem oluştu. Kitaplar, arkasında Kur’an’ı göstereceğine Kur’an’a perde oldu. Risale-i Nur, din ile dinin bânisi arasındaki hattı tekrar tesis ve tecdid etmiştir.

Bediüzzaman’ın dinde öz ile kabuk ayrımı, antik çağ bilim insanı Arşimet’i anımsatmaktadır. Altın mücevher, karışımındaki gümüş ve bakır oranına bağlı olarak sarı, beyaz, kırmızı veya yeşil görünebilir. Arşimet, Kral Hiero’nun tacının saf altın olup olmadığını bulmaya çalışırken suyun kaldırma kuvvetini ifade eden Arşimet Prensibini keşfetti, ve tacın hileli yapıldığını ispat etti. Bediüzzaman da akıl ve mantığa dayalı muhkem prensipler ortaya koyup onları mihenk olarak kullanarak, som altın gibi olan İslam’ın özünü, zamanla içine karışmış bakır mahiyetindeki anlayışlardan ayıkladı. Tüm meseleleri bir mizan içinde yerli yerine oturttu. Yeni durumları değerlendirmek için de temel esasları net olarak vazetti.

Bediüzzaman, dine bakış ve yaklaşımda mutat bir gelişim sağlamaktan çok öte, asra uygun bir dönüşüm gerçekleştirmiştir ki, onu müceddid yapan nitelik de budur. Risale-i Nur, konuları hadis, tefsir, kelâm, siyer ve fıkıh gibi dallara ayırmadan ilgili tüm alanları mezcederek bir bütünlük içinde vermiştir. Risale-i Nur’un genel muhatabı havas değil avamdır, ve zihnî hazımsızlığa sebep olan karmaşıklıklardan süzülmüş hakikatler, hazmı kolay nafi bir süt kıvamında zihinlerin idrakine sunulmuştur. Ancak basit zihinlerin bile kolaylıkla hazmedebileceği seviyede sunulmuş hakikatların derinliği müdakkik havassın da ciddi ilgisini cezbetmiştir.

Geçmişe bakıldığı zaman teslimiyetçiliği ve akıldan istifayı ön plana çıkaran ve sorgulamayı adeta din dışı gören anlayışlar olmuştur. Hatta cehalet ve taassubun dindarlıkla özdeşleştirildiği zamanlar da yaşanmıştır. Günümüzde bile mutaassıplık çok yerde dindarlık ölçüsü olarak görülmektedir. Ama İslamiyet taassup değildir ve cehaletle bağdaşmaz. Keza, müsbet bilim dünyasında da çok defa “bilim” kılıfı altında taassup ve önyargı takdim edilmiştir ve hâlâ da edilmektedir—her şeyin kendi kendine meydana geldiğinin bilimsel bir realite olduğu önyargısı gibi. Ama bilim taassup değildir. Akıl ve sorgulayıcı bilimsel yaklaşım zemininde bu tür hatalar zamanla farkedilir ve düzeltilir.

Benzer şekilde, dinin zamanla parçası haline gelmiş birçok taassup ve önyargı kabuklarından arındırılarak özünün ortaya çıkarılmasının ve modern dünyada layık olduğu yüksek mevkiye gelmesinin yolu, akıl ve delili esas alarak sorgulama kapısını sonuna kadar açmaktan geçer. Nitekim Bediüzzaman Muhakemat’ta şekilcilikten esefle yakınır:

“İslâmiyet’in mağz [öz, iç] ve lübbünü [öz] terkederek kışrına [kabuk] ve zahirine [dış görünüş] vakf-ı nazar ettik [dikkatimizi topladık] ve aldandık. Ve sû’-i fehm [yanlış anlayış] ve sû’-i edeb [edepsizlik] ile İslâmiyet’in hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik [yerine getiremedik]. Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın [hayaller] bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi [örtündü, gizlendi]. Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı [hurafelerle karışık bir kısım hikâyeler] usûlüne [esaslar, temel prensipler], ve hikâyatı [hikâyeler] akaidine [iman esasları], ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib [terbiye gayeli cezalandırma] için zillet ve sefalet içinde bıraktı.”

Dinin kaynağı akıl değildir. Ancak doğru bir din, doğru akıl ve doğru bilim ile çelişmez. Çünkü her üçünün de kaynağı birdir ve birde tezat olmaz. Ve hiçbir dinî hüküm genel aklı mahkum edemez, ve hiçbir dinî kaynak aklı saf dışı bırakacak şekilde izah edilemez. Bediüzzaman’ın 12. Lem’adaki ifadesi ile, “Bir hadise, eğer imkân-ı aklî dairesinde [aklen mümkün olma, akla uygun] olmazsa reddedilir.” Akıl erdirememek veya aklın aciz kalması ayrıdır, akla aykırı olmak veya kabulünde aklȋ engeller olması ayrıdır. Bir şeyin hikmetinin görülmemesi veya bilinmemesi başkadır, hikmete veya genel maslahata açıkça aykırı olması başkadır. O yüzden, bilim ve teknolojide olduğu gibi, dinde de muhakeme kapısı ve eleştirel bakış açısı sonuna kadar açık olmalıdır.