TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsanın Kendini Unutma Tehlikesi

Unutma, bilinen bir şeyden gafil olmak, o şeyi hiç hatırlamamak demektir. Bilinmeyen şey için unutma da söz konusu olmaz.

 

Bir tüccar düşünelim: İstanbul’a ticaret maksadıyla gidiyor ve oraya vardığında bir de bakıyor ki, çeklerini yanına almayı unutmuş. Bunun telafisi kolaydır. Şirketine telefon açar, ertesi gün kargoyla çekleri gönderirler. Ziyaret edeceği firmaların adreslerini yanına almayı unutmuşsa bu problem de kolayca halledilir. Ama bu adam, neci olduğunu, İstanbul’a niçin geldiğini unutmuşsa bu unutma diğerlerine benzemez. Faturası çok ağır olur.

 

Farklı unutmalar

Bilindiği gibi, unutma, bilinen bir şeyden gafil olmak, o şeyi hiç hatırlamamak demektir. Bilinmeyen şey için unutma da söz konusu olmaz.

“Nefsini bilen Rabbini bilir” kutsî hadisi, bir yönüyle şu manayı da ders verir: “Nefsini unutan Rabbini unutur.”

Nur Külliyatında “Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır” buyruluyor. Nefsin unutulması denilince, öncelikle, insanın “kul olduğunu unutması, yaratıldığını unutması, organlarının ve iç dünyasının İlahi irade ile tanzim edildiğini unutması, bu dünyada ahiret namına bir imtihan geçirmek için geldiğini unutması, misafir olduğunu, yolcu olduğunu unutması” gibi tehlikeli unutmalar akla gelir. Dünya işlerine ait bazı şeylerin unutulması ve ihmal edilmesi bunların yanında çok küçük kalır.  

Nur Külliyatından Kader Risalesinin zeylinde, hakikate ulaşmanın dört hatvesi (adımı) açıklanırken şu âyet-i kerime de hatırlatılır:

“O kimseler gibi olmayınız ki onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara nefislerini (kendilerini) unutturdu.” (Haşir Suresi, 19)

Demek ki sadece nefsin arzuları peşinde koşmak Allah’ı unutmaya yol açabiliyor. Bunun cezası olarak da Allah o kimselere kendi nefislerini unutturuyor. Bu cezaya çarpılanlar, insanlıklarını unutuyorlar ve âyet-i kerimede haber verildiği üzere, “hayvan gibi belki daha aşağı” bir dereceye düşüyor ve hayatlarını öylece geçiriyorlar.

 

İnsan benliğindeki işaretler

Otuzuncu Söz olan “Ene bahsinde,” insana, nefsini nasıl bileceği ve Rabbini nasıl tanıyacağı harika bir şekilde ders veriliyor.

Bu sözde özet olarak; insana verilen bütün sıfatların, duyguların, kabiliyetlerin emanet olduğu, bunlardan hareket ederek Allah’ın sıfatlarını, isimlerini, fiillerini, şuunatını bilebileceği örnekleriyle ortaya konuluyor. Mesela, insan kendine verilen kudret sıfatını kıyas unsuru olarak kullandığında, “bana bu kuvveti veren Rabbim bütün âlemleri o sonsuz kudretiyle kolay bir şekilde idare etmektedir” hükmüne varır. Diğer sıfatlarını ve kabiliyetlerini de benzer şekilde değerlendirir. Ama, insan kendini unutursa, bu harika ruhun ve ona takılı bu son derece kıymetli sıfatların Allah’ın birer ihsanı olduğunu düşünmezse sözünü ettiğimiz mukayeseleri de  yapamaz ve Rabbini unutur. Hayatların en mükemmeli olan insan hayatını ve ona takılan en büyük bir ihsan olan aklı ve diğer özellikleri İlahi birer ihsan ve ona bir ömür boyunca kullanması için verilmiş birer emanet olarak değerlendirmezse, Rabbini tanıma vadisinde bir adım dahi atamaz. Kendi fikri, reyi, hevesleri ve arzularıyla baş başa kalır. Üstadımızın o güze ifadesiyle, “Gayet dar bir daire içinde boğulur gider.”

 

Kendini unutma tehlikesi

Unutmanın zıddı hatırlamadır. Hatırlama ise anmayı netice verir. Bu da insanı en büyük bir görevi olan zikre ulaştırır.

“İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) tatmin olur.” (Ra’d Suresi, 28)

Bütün peygamberler, âlimler ve mürşitler, insanlara daima Allah’ı hatırlatır ve İlâhî emir ve yasakları onlara tebliğ ederler.

Çoğu insan, hayatının rahat ve huzur içinde geçmesi için dünyanın birçok engellerini aşma gayreti gösterirken, hem kendini unutur, hem de içinde yaşadığı bu muhteşem âlemi. Her ikisine de bakamadan yaşar. Bu gibi insanların nefisleri dünya zevklerinden hoşlansa bile kalpleri bunlarla tatmin olmaz. Bu tatminsizlik ise ruhta huzursuzluğa yol açar. Sahipsiz ve maliksiz olduğunu sanan ve ölümü “hiçliğe gömülme” olarak gören bir ruhu, hangi dünya lezzeti, hangi makam ve servet tatmin edebilir!?..

Nefsin sayısız isteklerine ve heveslerine, toplum hayatının ağır yükleri ve bitmek bilmeyen problemleri de eklenince, insan kendini unutma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

 

Ruh, Allah’ı anmakla nefes alır

İnsan ibadet için, marifet için yaratıldığından, İslâm dininde Allah’ı hatırlamak ve anmak sadece beş vakit namaza inhisar etmez; hayatın her safhasında hükmünü icra eder.

İnsan sürekli nefes aldığı gibi, ruh da Allah’ı anmakla nefes alır. Bunun üç önemli yolu ve kaynağı  vardır:

Birisi, İslâm dininin şahsî hayattan, aile hayatına ve toplum hayatına kadar her konuda emir ve yasaklarının bulunmasıdır. Kişi bunlara her uyduğunda Allah’ı hatırlar, kalbi ve ruhu, zikir ve marifetle devamlı nefes alır.

Konuşacağı zaman doğru konuşacak, yalan söylemeyecek, gıybet ve iftiraya girmeyecektir.

Bakacağı zaman ancak helal dairesine nazar edecek, haramlara bakmayacaktır.

Ticaret yaptığında İslam’ın bu konudaki hükümlerine hassasiyetle riâyet edecektir.

Her konuda hükümler koyan, emir ve yasakları bulunan İslâm dini, Müslüman’ı yaratılış gayesine uygun bir hayat geçirmeye her vesileyle teşvik eder.

Allah’ı hatırlatmanın ikinci yolu, Allah Resulünün (asm.) sünnetine uygun bir hayat geçirmektir. Başta namaz olmak üzere bütün ibadetler, insana Rabbini hatırlatırlar. Farz ve sünnet olan ibadetler yanında, yeme ve içmeden, oturmaya ve uyumaya kadar her konuda Allah Resulüne (asm.) ittiba eden bir Müslüman, bütün ömrünü Allah’ı anmakla geçirmiş olur.

Üçüncüsü ise, hem kendi varlığını, hem de çevresini kuşatan İlâhî sanatları tefekkür etmek ve onlardaki esma tecellilerini okumaktır.

 

Pencerelerden hakikate

Pencereye bakmayla pencereden bakmak arasında büyük fark vardır. Birincisinde, organlarımıza, duygularımıza ve bizi saran sayısız nimetlere onlardan elde ettiğimiz faydaları esas alarak bakmak, bu ihsanların kaynağını hiç düşünmemek söz konusudur. Üstat Hazretleri buna “mana-yı ismiyle” bakmak diyor. Yani, mahlukatın sadece özelliklerini araştırmak, onların yaratıcısını hiç düşünmemek. Böyle bir bakış, “pencereden bakmak” değil, pencereye bakmaktır.  

Pencereleri yıkayan birinin nazarı, camların temiz olup olmadığında yoğunlaştığı için bu adam dışarıda olup bitenleri fazla dikkate almaz.

Pencereden dışarıyı seyreden bir kişi ise bunun aksine, camlara fazla nazar etmez; camlardan ötelere bakar. Bunun bir benzeri de bir yazıyı okurken manaya dalıp kelimeleri, adeta, unutmamızdır. Bir hat sergisini gezdiğimizde ise bakışlarımız hatlarda yoğunlaşır, manaya pek bakmayız.

Üstat Bediüzzaman Hazretleri, mahlukat pencerelerinden İlâhî isim ve sıfatları seyretmemiz konusunda çok hakikat dersleri kaleme almıştır. Bunlardan Otuz Üç Pencere isimli risalesindeki her bir pencere ile ayrı bir hakikat dersi vermiş, varlık âlemini mana-yı harfiyle yani Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmaları yönüyle nasıl seyredeceğimizin ölçülerini ortaya koymuştur.

Bu konuyu Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde şöyle özetler:

“Nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”