TR EN

Dil Seçin

Ara

Mekke'de Eski Mahallelerde

Onbir yıl olmuş… Önce Nûr’lu, mûnis ve şefkâtli Medine; sonra Kerem’li, Azametli ve celâlli Mekke!..

 

Onbir yıl olmuş… Önce Nûr’lu, mûnis ve şefkâtli Medine; sonra Kerem’li, Azametli ve celâlli Mekke!..

Tarihî sıraya göre, önce Mekke olmalı diye düşünebiliriz; sonra Mekke’den, bir nevî “kendi hicretimi” yaşayarak, Medîne’ye…

Fakat şimdi daha iyi anlıyorum ki, benim mizacıma uygun olan sıra, evvelâ Medîne!..

Zîra, önce Efendimizin eteğine sarılıp O’nun “Rahmet” ikliminde beslenmek, rûhen tedavi görmek ve olabildiğince güç kazanmak ihtiyacında idim. Tâ ki, bu “rehabilitasyon”dan sonra, Mekke’nin o volkanik çehreli, çatık kaşlı, çelik zırhlı heybeti karşısında, dizlerimde bir parça derman kalabilsin!.. Kâbe’nin altın işlemeli yumuşak ipek örtüsünün ardına gizlenmiş olan o “Muazzam” yüksek mânâ gerilimi içinde tavâf’a takat bulabileyim!... Ve Arafat’ın zaman boyutunu silip kaldıran, cennetten yeryüzüne iniş ile kıyâmetin kopuş ânını tek noktada birleştiriveren o tarifsiz “haşyet” atmosferinde “vakfe”ye durabilecek mecâli elde edebileyim!..

Evet; iyi ki önce Medîne!.. Oradaki saâdetli zamanları hatırladıkça, yeniden mes’ut oluyoruz…

Medîne’de, Efendimizin huzurundayız!..

Hayatımızın en müstesnâ, misilsiz benzersiz, kelimeler ötesi bir his çağlayanı içindeyiz!...

Bir ân, simsiyah tenli, boyu benimkinden yüksekçe, yiğit yapılı bir zenci ile gözgöze geldik… O’nun, gözlerinin beyazında daha da parıldayan, pırlanta göz yaşlarını hiç unutamam… İnsiyâkî olarak, ânîden sarılıştık!.. Gözyaşlarımız birbirine karıştı… Tek kelime konuşmadık; söze kelâma ne hâcet!..

O kucaklaşma, uhuvvetin, kardeşlik duygusunun en üst seviyede bir tezâhürü idi mutlakâ!..  Belki ayrıca ben, o siyâhî kardeşimin şahsında, ten renginin de çağrışımıyla, Bilâl’ce, Necâşî’ce bir mânâ buluverdim ve âdeta onda, onlara da sarıldım; tam bilemiyorum…

Bildiğim ve bir defa daha yakînen anladığım şu oldu ki, Âlemlere Rahmet olan Efendiler Efendisinin beşere getirdiği en kıymetli hediyelerden biri olan “kardeşlik” duygusu, elbette ve en yüksek mertebede O’nun Saâdetli Ravza’sı önünde hissedilecekti!..

Sevginin bu bir milyon voltluk manyetik alanı içinde en katı kâlpler bile eriyiverecek ve insanlık âlemini karartan şu nizâ, nifak ve husumet kömürü, Nebevî nûr potasında izâle edilerek pırıl pırıl “uhuvvet” elmas’ına inkılâp edecekti!..

Bütün bu “yüksek Risâlet teknolojisi” gerektiren işler, o Huzur’da olmayacak da nerede olacak?.. Evet... O’na bugün her zamankinden daha çok muhtâcız!..

Mekke’de ise, içimi bir hasret sızısı sardı; O’nu ve O’nun diyârını özlüyordum!.. Mekke’nin ıztıraptan kavrulmuş o siyah dağlarında O’ndan bir iz, bir nişan gözlüyordum!..

Elbette biliyordum ki, işte Hacer-i Esved’i öz eliyle yerine yerleştirirken Efendim tam şu köşede idi!..  Putları perçinlerinden payandalarından söküp parça parça paralarken, işte şu kapıdan Kâbe’nin içine girmişti; oradaydı!.. Bilâl’e işaret edip Kâbe’nin damında fetih ezanı okumasını emrettiğinde, “şükürden iki büklüm” sahâbilerinin arasındaydı işte!..

Şu olurken şurada, bu olurken burada idi; ne âlâ… Ama gelin görün ki, ben O’nun izini, mübârek ayak tozunu ve gül kokusunu şu yürüyen merdivenli, klimalı, beyaz İtalyan mermeri zeminli mekânda arayamazdım!.. Böylesi, rûhuma piran geliyordu; “bilmek” beni tatmin etmiyordu!..

Tarihî her bilginin dışında, ihtimâllerin ötesinde, sanki varmış gibi, kalmışmış gibi bir “Eski Mahalleler” hayâl ediyordum!..

 

Mekke’de, Eski Mahallelerde

Ufuk kan kırmızı, şafak söküyor

Yokuşlu yollara hasret döküyor

Ve esmer bir çocuk uyuyor yerde!..

Mekke’de, Eski Mahallelerde…

Böyle başlayan ve uzunca sürüp giden şiirimsi inleyişler, olsa olsa, perişan hâlime acıyan kırık kalemimin beni teselli etme gayretinden ibâretti!..

Ama, asıl şifâ Arafat’taymış!..

Evet, Arafat!..

Vakfe’de duâ ederken avuçlarımıza düşen ılık damlacıklarla müjdelenen yağmur… Sevinçli  “-Matar, matar… yağmur, yağmur!..” sesleri… Ardından fırtına!.. Kâğıttanmış gibi uçup devriliveren çadırlar!.. Ve sonra, çöl rüzgârının kumlu esintisini yıkayıp yatıştıran bir sağnak!..

İşte bu yağmur ve fırtına, içimdeki o kasvetli özlem buğusunu da bir derece üfürdü, sildi, duruladı!.. “Rahmet Dağı”nın eteğinde, normalde telâş ve ürküntü duymamız gerekirken, olanı biteni tuhaf bir neş’e ve memnuniyet içinde seyrediyoruz:

İhramlarımız, saçımız sakalımız ıslanırsa ıslansın, su içinde kalsın; rahmettir, serinliktir!..

Varsın, şu fânî çadırlarımız yerlebir olsun; zaten gidiyoruz, peşimizden yıkılıp toplanacak!..

Ve bırakın; kum fırtınası, sararan ikindi vaktini daha da koyultup alacakaranlığa çevirsin; nasıl olsa akşamlar yakın!..

Evet… Tevekkül, rızâ, havf, recâ, hamd, şükür, teslimiyet… Bilemediğim daha nice mevzû da, Arafat’ta “uygulamalı” ilâhi bir derse katılma nasîbine erdik!..

Artık, Mekke’nin ve Arafat’ın önceleri pek sert ve celâlli gibi görünen yüzünde, tatlı bir cemâl tebessümü beliriyordu… Evet; bana gülümsüyorlardı!..

Zaten bu yerler, beşer tarihi boyunca, önce çileli ağır imtihanların, sonra büyük müjde ve insanların mekânı olmuş!..

İşte, Âdem ve Havva… ilk babamız, ilk annemiz…

Cennet sürgünlüğü azâbı; sonrasında Arafat’ta vuslat saâdeti!..

İbrahim Resûl… En çetin sınav, sonunda İsmâil’ini ona bağışlayan ilâhi lütuf ve ikram!..

Ayni “-kurban et!..” emrine karşı, teslîmiyet testini tam puanla geçen Abdülmuttalip ve Abdullah… Mübarek dede ve baba…

Ve Efendimiz… çektiği katlandığı da, nâil olup kazandığı da kendi eşsiz büyüklüğüyle mütenâsip!..

Büyüklerin hâli böyle işte!..

Bizlere gelince; kendi kabımızın hacmi kadar su taşımakla memûruz; ama bir yandan da bu hacmi büyütüp genişletmek, hizmetimizi çoğaltıp geliştirmek de kulluk vazifemiz… Ve elbette havl, kuvvet, muvaffakiyet sadece O Merhametli Rabbimizden!...

Evet… Efendimizin “Mutahhar” Ravzasında, Kâbe’de, Arafat’ta… bu mekânların eşsiz atmosferinde bizleri bir nevî “hızlandırılmış eğitim”e tâbi tutan Rabbimiz, cennet diploması ile hepimizi taltif buyursun!..

Sadece oralarda değil, her beldede, “Allâh’ın geniş arzının” her noktasında sürüp giden sınavlarımızda geçer not almak nasip eylesin!..

Artık, “O’nun İzinde”nin son kıt’asıyla “vedâ  tavafı”mızı tamamlayabiliriz…

 

Mekke’de, Eski Mahallelerde…

Sevgilim!.. Öpmezsem kurur dudağım,

Bir kum tanesidir tek aradığım,

Ayağına değmiş bir çakıl!.. nerde?

Mekke’de, Eski Mahallelerde…

Mekke’de… Eski Mahallelerde…