TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsan Genetik Oyuncak Mı?

Çocukken hiç lego oynadınız mı? Gerçekten zevkli bir oyundur lego. Parçaları birleştirirsiniz, at olur, araba olur; söker takarsınız başka bir şey olur. Ama legolara bir şey olmaz. Yap-boz tahtasının dayanıklı yapıtaşlarıdır onlar. Tıpkı atomlar gibi! Atomları da kâinatın yapıtaşları olarak telakki eden bir anlayış, esasında Eski Yunan’da vardı. Atomcu felsefe, atomları yeryüzünün yapıtaşları olarak görüyordu.

Ortaçağ’ın sonuna geldiğimizde bu defa Rönesans, bu fikriyatı yeniden besledi. Rönesans ile birlikte, insan öne çıkarılıp kâinat onun karşısında savunmasız bırakıldı. Sanayi Devrimi’yle de, arzdaki tabiî unsurlar tam bir hercümerce uğradı. Toprak ve su, kimyasal madde atıklarıyla; hava ise zehirli gazlarla kirletildi. İlâhî bağlarından koparılmış bir kâinat, kurdun karşısında kuzunun durumu neyse, insanın karşısında o konuma itildi.

Halbuki, hakikatte durum tam aksidir. İnsanın kâinat karşısındaki konumu, kurdun karşısındaki kuzu misalidir. Yeryüzünde giriştiği yaratılış ve fıtrata aykırı her müdahalesinde insanoğlunun, tokat yemekten kurtulamaması bunun en güzel kanıtıdır. Çok değil, bir on yıl kadar önce, İngiltere’de ineklere ot yerine öğütülmüş kemik yedirilince, danalar delirmişti hatırlayacağınız üzre. Kurbanı vahşet olarak lanse edenler, İngilizlerin o deliren büyükbaş hayvanları arsalarda toplayıp yaktıklarını TV’de gördüklerinde ne düşündüler acaba?

Örnekler o kadar çok ki! Meselâ anne sütü, neredeyse 1980’lere kadar mama karşısında hükmen yenik ilân ediliyordu. O hale getirilmişti. “Sütte demir yok, şu yok, bu yok” denilerek sun’î zengin karışımlı mamaların ticareti yapılıyordu. Sonradan anlaşıldı ki, bebek doğduğunda zaten kendisine altı ay yetecek kadar annesinden demir stoku almış olarak doğuyor. Altı aydan sonra da, et suyu ile yavaş yavaş dışarıdan da demir almaya başlıyor. Şimdi, tüm doktorlar bas bas bağırıyorlar “Anne sütü! Anne sütü!” diye. Bebeğin hastalıklara karşı bağışıklık sistemini anne sütünün ayakta tuttuğunu gördüler çünkü.

Yine, eskiden, elmalar çürük diye şikâyet ediyorduk. Kimyevî ilaçlarla şimdi “sağlam” ve hormonlu elmalar satın alabiliyoruz. Ama her ne hikmetse, o eskiden dudak büktüğümüz çürük elmalar, şimdi “doğal elma” reklâmıyla bizim yediğimiz elmalardan daha pahalıya satılıyor. Üstelik her yerde de bulunmuyor.

Son yıllarda iyice belirginleşen “doğala dönüş hareketi,” aslında, geçmişte yapılan hataların itirafı bir bakıma. Bu dünyanın suyunu, havasını, toprağını bozmanın nasıl bir fatura çıkardığını yaşadı insanoğlu. Ozon tabakasının delinmesinde yaşadı, nehirlerde toplu balık ölümlerinde yaşadı, küresel ısınmada yaşıyor bugün. Ama insan bu işte! Bir yanı doğruyu görse de, diğer yanı ısrarla yanlışa batmaya devam ediyor. Ne kadar akıllıyım dese de, aklı kıt olduğu gibi hafızası da zayıf. Olayları kuşatamadığı gibi saniyesinde unutabiliyor. Önünde buzulların eridiğini görünce, her şeyi bir kenara fırlatıp, hemen denizin altına bayrak dikme yarışına girişiyor.

Oysa kâinat karşısında doğru olan tutum, her şeyden önce, Yaratıcının bir eseri olarak ona saygı duymaktır. Yeryüzüne gasp edilmiş bir mal ya da kesilip biçilecek bir parça kumaş nazarıyla bakamaz insanoğlu. Onun ilmi kudreti sonsuz bir Sanatkâr’ın eseri olduğu, sayısız hikmetle beraber yaratıldığı ve idare edildiği bilinmelidir.

Gelgelelim, insanlık sanki bu tecrübeleri hiç yaşamamış gibi, genetik biliminde son yıllarda iyice belirginleşen bilgi ve teknoloji birikimi, bir kere daha fıtrat kanunlarının sınırlarını zorlayacak biçimde yeni oluşumlara zemin yapılmaya çalışılıyor. Genom Haritası, klon koyunlar (Kınalı ile Zarife’yle bizim de oldu çok şükür!), tüp bebek, sperm bankaları, kök hücre derken dünya kamuoyu iyiden iyiye kuşatıldı. Bu kuşatılma kimilerini bir beklenti içine sokarken çoklarını da kaygılı bir bekleyişe itti. Bu konularla ilgili detaylı bilgileri Zafer Araştırma Grubu’nun hazırladığı Biyolojik Tehlike ve Ahlâk yazısında bulabilirsiniz. Benim burada vurgulamayı istediğim nokta şu ki, genetiğe yön veren bilim adamlarının kâinat algısı, yüksek ahlâkî şuur ile bütünleşmedikçe, insanoğlunu çok zor bir geleceğin beklediğidir.

Zira, zayıf ahlâklı bilim adamı tipi, bilim-ticaret ilişkisinin iyice azdığı günümüz şartlarıyla birleştiğinde, önümüze akla hayale gelmedik tehdit ve tehlikeler çıkaracağını tahmin etmek zor değil. Daha şimdiden erkek ve kadın üreme hücreleri ticarî bir mal olarak işlem görmeye başladı. Henüz yaygınlık kazanmasa da, “kiralık anne” “emanet anne” isimleri altında rahimlerin para karşılığı başkalarına kiralanmasının önü çoktan açıldı. Gen müdahaleleriyle (bozuk genlerin defedilmesiyle) üstün insan projeleri hayalleri, gen tacirlerinin şimdiden başını döndürmeye başladı.

Biyolojiyi insanın ruhî varlığından ayrı görerek girilen bu yol, başta insan psikolojisi olmak üzere, aile ve toplum yapısını da derinden sarsıcı potansiyelleri içinde barındırıyor. Çünkü biyoloji bir ağacın kökü ise, psikoloji (ruh) o ağacın toprak üstünde kalan kısmıdır. Dalı meyveyi düzelteceğim diye ağacın kökünde yapılacak ufak bir oynama, toprak üstünde (insan ruhunda, aile ilişkilerinde ve toplum hayatında) ucube meyveleri netice verecektir. Ve biyoloji mutasyona uğratıldığında, bundan geriye dönüş de mümkün olmaz. İnsan türü zombileşir.

Eğer sorsalardı, “Yaşadığımız yüzyılda insanoğlunu felâkete sürükleme potansiyeli en yüksek ütopya nedir?” diye hiç tereddüt etmeden, üstün insan ve toplum hülyaları derdim. Çünkü biyolojik kökenimize müdaheleyi en çok bu hülyalar özendiriyor.

Şunu bilelim ki gizli şükürsüzlük ve şirk bulaşığı fikirlerle beslenen bu biyolojik tehlikeye karşı elimizde bir tek sermaye var; o da mevcut yaratılışın takdir edilerek şükre vesile kılınmasıdır. Ve en başta kâinatın yaratıcısına teslim edilmesidir.

Ama bunun için önce nefislerin Ona teslim olması gerekiyor.