Aramızda bu soruya “Yok ben almayayım!” diyecek olan var mı? Sanırım yok! Çünkü hepimiz nefes almak ve aldığımız nefesi vermek zorundayız. Çünkü nefes alıp vermeden üç beş dakika ya yaşarız, ya yaşayamayız. On dakika ise asla yaşayamayız!
Bizim için nefes almak, burnumuzun dibindeki havayı içimize çekmekle başlar. Yaşadığımız sürece yaptığımız bu iş, o kadar kolay bir sistemle yaratılmıştır ki, neredeyse nefes alıp verdiğimizi farketmeyiz bile!
Şimdi derin bir nefes alın. Durun ama! Hemen vermeyin nefesinizi. Şu an 100 trilyon hava molekülü burnunuzdan içeriye girdi. Bu 100 trilyon hava molekülünün yaklaşık 20 trilyonu oksijen ve vücudumuza lazım olan da bunlar!
İLK DURAK: BURUN
Burnumuzun koku almak kadar önemli bir başka görevi de, nefes almaktır. Burnumuzdan içeriye her gün bir oda dolusu hava girer. Ancak burun, içi boş bir boru gibi aldığı havayı doğrudan akciğerlerimize geçirmez. Önce akciğer gibi kıymetli ve hassas bir organ için hazırlanması gerekir. Çünkü içimize çektiğimiz havada, tozlardan bakterilere kadar milyarlarca zararlı şey vardır. Bunların hava ile birlikte akciğerlere dolması son derece tehlikelidir.
Burnun içi, son derece özel kıvrımlı bir yapıya sahiptir. Hava, önce kıvrımlı yapının içinde şöyle bir dolaşır. Eğer çok soğuksa, ısıtılır.
Burnun içi milyarlarca minik tüycükle de kaplıdır. Hava ile içeriye giren tozlar, bu tüycükler tarafından yakalanır. Ancak tozların içinde bakteriler de vardır. Bunlar da, burun içindeki yapışkan sıvıya yapışır. Aynı zamanda kuvvetli bir mikrop öldürücü olan bu sıvı, bakterileri öldürür.
İçimize çektiğimiz hava artık temizlenmiş, ısısı ayarlanmış ve akciğerlere gitmeye hazır hale gelmiştir.
Şu işe bakın, burnumuzun dibinde daha doğrusu içinde, insan aklının alamayacağı kadar hassas bir klima varmış da haberimiz yokmuş!
HAYDİ NEFES BORUSUNA
Havanın burundan sonraki durağı soluk borusudur. Hava, burun içinde her ne kadar iyice temizlendiyse de, bir takım bakteriler, bu mükemmel klimanın elinden kurtulmuş olabilir diye bir başka kontrol noktası daha, nefes borusunun iç çeperlerinde göreve hazır beklemektedir.
Nefes borusunun içi, mikroskopik tüycüklerle kaplıdır. Ve bu tüycükler devamlı akciğerlerin ters yönüne doğru bir kamçı gibi hareket ederler. Böylece içimize çektiğimiz hava, her türlü toz ve mikroptan bir kez daha arındırılır. Tüycükler tarafından yakalananlar ise, elden ele taşınarak, yukarıya doğru itilir ve yemek borusundan aşağıya yuvarlanır. Biz de onları yutarız. Doğruca midemize giden bu maddeler, mide asiti tarafından tamamen etkisiz hale getirilirler.
Hadi bunlar da yetmedi ve yine de nefes borumuza bir takım teröristler sızmayı başardı. İşte o zaman öksürürüz! Ve saatteki hızı neredeyse 1000 km’yi bulan bir hava harekâtı, bu zararlı maddeleri, bilgisayarınızın monitörüne yapıştırır. Tabii ağzınızı elinizle kapatmadıysanız... Ve bütün bu işlemler, her nefes aldığınızda tekrar tekrar yapılır… Her nefes aldığınızda...
VE YOL İKİYE AYRILIR...
30 cm’lik nefes borumuzdan geçerken bir kez daha temizlenen hava, pir u pak bir vaziyette, gele gele nefes borusunun sonuna gelir.
Bu noktada nefes borusu iki ayrı yola ayrılır. Bu yollardan biri sağ, öteki ise sol akciğere doğru gider. Bu yollara BRONŞ adı verilir. Ve ikiye ayrılan bu yollar, daha sonra tıpkı bir ağacın dalları gibi, dallana budaklana akciğeri kaplar.
Bu dallar, yani bronşlar gide gide o kadar küçülürler ki, sonunda adına ALVEOL denen mini minnacık keseciklerde son bulurlar. Havanın bu muhteşem seyahati, alveol keseciklerinde bir süreliğine de olsa bitmiştir.
Ama asıl macera bundan sonra başlar!
Akciğerlerimizde bu minik hava keseciklerinden 300 milyon adet vardır. Ve eğer, açılıp yayılabilseler toplam yüzeyleri 100 metrekarelik bir alanı kaplar. Aslında akciğerlerimiz 100 metrekarelik bir organdır. Fakat öyle mükemmel öyle kusursuz bir yaratılışı vardır ki, biz onu göğsümüzde taşırız. Ne büyüklüğünü ne de ağırlığı hissederiz… Ne de her nefes alışımızda içi havayla dolan iğne ucu kadar minnacık balonlara benzeyen 300 milyon alveol keseciğinin şişmesinden haberimiz olur...
TAZE OKSİJEN GELDİİİ!
Nefes aldık, hava gele gele alveol keseciklerine kadar geldi. Alveol kesecikleri de şişti...
Peki şimdi ne olacak? Solunum işlemi bitti mi yani?
Hayır daha yeni başlıyor! Buraya kadarki işlemler aslında gerçek solunumun hazırlık aşamalarıydı.
Alveol kesecikleri dediğimiz yer, her nefes alışımızda içimize giren 20 trilyon taze oksijen molekülünün kana karıştığı yerdir. Alveol keseciklerinin içleri kılcal damar ağlarıyla örülmüştür. Kesecikler hava ile dolduğunda, bu kılcal damarlardan geçen kandaki karbondioksit molekülleri, taze havadaki taze oksijen molekülleri ile yer değiştirirler. Kan hücreleri karbondioksit yükünü boşaltıp, oksijen yükünü aldıkları gibi yollarına devam ederler. Çünkü vücudumuzun en uç noktasına, her bir hücresine kadar bu oksijene ihtiyacı vardır.
Peki içi karbondioksit ile dolu alveol kesecikleri, kimsenin artık istemediği bu karbondioksiti ne yapacaktır! Elbette en kısa yoldan dışarıya atacaktır. Hangi yoldan mı? Havanın geldiği yoldan.
Size az önce derin bir nefes alın ve tutun onu hemen vermeyin demiştim ya! Artık verebilirsiniz…
Nasıl? Çoktan verdiniz mi?
Aslına bakarsanız ben de öyle yaptım. Ve bunu farketmedim bile! Nefes almak Allah’ın lütfuyla nasıl zahmetsizce ve farkına bile varmadan yaptığımız bir işse, nefes vermek de öyledir.
Alveol keseciklerine dolan karbondioksit, her nefes verdiğimizde oradan bronşlara, bronşlardan soluk borusuna, soluk borusundan da burnumuza yahut ağzımıza gelir ve biz, az önce içimize çektiğimiz havayı şimdi de dışarıya veririz.
Fakat bu iki hava arasında fark vardır: İçeriye giren oksijeni bol ve taze, dışarıya çıkan ise, vücudumuz tarafından oksijeni kullanılmış, karbondioksiti bol ve kirli hava…
Ve işte bu işlem sırasında, gözümüzle görmesek, daha doğrusu kulağımızla duymasak, asla ama asla hayal bile edemeyeceğimiz bir iş olur.
Bizim kirli hava dediğimiz ve vücudumuzun artık hiçbir işine yaramayacak olan bu karbondioksitli nefes, gırtlağımızdaki ses tellerine çarparak dışarıya doğru, ses olarak çıkar...
Bazen bir şarkının sesi, bazen bir duanın sesi, bazen bir dost sohbetinin, bazen bir sevinçli müjdenin, bazen bir hüzünlü haberin...
Bazen bir çiçeğin ismi olarak çıkar ağzınızdan o “kirli” hava…
Bazen de bir yıldızın, gezegenin...
Bazen bir dostunuzun... Bazen kardeşinizin...
Bazen “Anne!”, diye seslenirsiniz, bazen de, “Baba!”...
Parmak kaldırdığınızda ise, “Öğretmenim!”
Ve aynaya her baktığınızda gördüğünüz bu muhteşem bedeninizin birbirinden harika, birbirinden mucizevî, birbirinden hayranlık verici yaratılışını her aklınıza getirdiğinizde “Allah” kelimesi olarak çıkar ağzınızdan...
Böylece, “kirli hava”dan, Cennet bahçelerinde açacak bir çiçek yaratılıverir...
Onun adı, sonsuza kadar renkleri solmayacak, sonsuza kadar kokusunu yitirmeyecek “şükür çiçeği”dir...
Dünyada ekilir, Cennette açar ve bir gün, koklarsınız o çiçeği.