TR EN

Dil Seçin

Ara

Bu yazıyı okumaya başlamadan önce derin bir nefes alın ve nefesinizi vermeden önce de, ciğerlerinizi dolduran havayı iyice hissetmeye çalışın. Çünkü ondan bahsedeceğiz.

Hava gaz halindeki atom, iyon ve moleküllerden yapılmıştır. İçinde %78.1 Azot, %20.8 Oksijen vardır. Yemeğin tuzu, baharatı kadar da, Karbondioksit, Hidrojen, Argon, Neon ve Kripton gibi molekül ve atomlar. Bir nefes havanın tarifi oldukça karışıkmış değil mi? Ancak bugüne kadar hiç kimse onun lezzetinden şikayetçi olmadı.

Oksijen, aldığımız nefesle birlikte içimize girer, besinleri yakar, vücuttaki faaliyetler için gerekli enerjiyi ve sıcaklığı sağlar.

Azot, hava basıncının en mühim kısmını oluşturur. Oksijenin yoğunluğunu hafifletir ve teneffüs ettiğimiz havayı hoş bir hâle getirir. Havada Azot bulunmasaydı Oksijen tek başına zararlı ve rahatsız edici olacaktı. Azot, aynı zamanda bitkiler için de tabiî bir gübredir. Havadan toprağa geçen Azot, oradan mikroorganizmalara, mikroorganizmalardan da bitkilere geçer. Azotun bu seyahati sonucu hayatın temel gıdaları olan proteinler hazırlanır. Topraktan mikroplara, oradan bitkilere, bitkilerden de hayvan ve insanlara varan akıllara durgunluk veren bir yardımlaşma ortaya çıkar.

Son derece kararlı bir yapıya sahip Azot, ancak şimşeğin oluşturduğu ısı ile parçalanabilmekte ve Azot oksitlere dönüşebilmektedir. Her şimşek 50 kg Azot, her saniye dünya atmosferinde çakan şimşekler ise toplam 5.5 ton Azot oksitin oluşması demektir. Şimşeklerle oluşan Azot oksitlerin, canlıların Azot ihtiyacının %50’sini karşıladığını yeni öğrendik ve dolayısıyla şimşeksiz bir hayatın mümkün olamayacağını da...

Karbondioksit, havada çok az oranda (on binde üç) bulunmasına rağmen, her yıl bitkiler vasıtasıyla milyarlarca ton şeker ondan imâl edilir.

Karbondioksit bitkilerin yapraklarından girer; köklerden gelen su ile güneş ışığı altında birleşir. Neticede bütün canlılar için temel gıda olan Glikoz ile Oksijen ortaya çıkar. Bütün organlara ait hücrelerin çalışması Glikoz şekerinin yakılması ile elde edilen enerjiyle mümkün olur.

 

Hissedilmeyen Yük

Tüy gibi hafif zannettiğimiz havanın muazzam bir ağırlığı vardır. Vücudumuzun bir parmak ucu kadar sahasına 1 kg’lık basınç yaptığını belki çoğu insan bilmez. Bu, bir insan bedeninin yaklaşık 15 ton havanın ağırlığı altında olması demektir. Meğer sırtımızda ne ağır yük varmış da haberimiz yokmuş. Peki neden bu yükü hissetmiyoruz? Dış hava basıncını Yaratan, vücudun içinden onu dengeleyecek dışarıya doğru aynı değerdeki basıncı ihmal etmemiş. Dışta hava basıncı ne kadarsa, içten dışa da tam o kadar basınç var. Hava basıncının yok denecek kadar az olduğu yüksekliklerde insanın yaşaması, işte bunun için mümkün olmaz. Dağa çıkan kimselerde görülen rahatsızlanmalar ve burun kanamalarının sebebi bu basınç farkıdır. Atmosfer dışına çıkan astronotlar ise ancak içinde hava basıncı bulunan özel elbiseleriyle uzayda dolaşmak zorunda kalırlar.

 

Atmosfer Katları

Atmosfer tabakalara ayrılarak incelenir. Her tabaka sıcaklık, basınç, nem değeri ve içinde cereyan eden olaylar bakımından birbirinden farklıdır. İlk atmosfer tabakasının adı Troposfer’dir.

Yağmur kar, rüzgâr gibi olaylar hep bu tabakanın yere yakın olan kısmında olur. Troposfer 16 km yukarıya kadar uzanır. Bu tabakanın sıcaklığı yukarı doğru azalır, Troposferin üst ucunda -56 dereceye kadar düşer. Havanın bu katında mükemmel bir devir daim tesis edilmiştir.

Dünya üzerindeki suyun yüz binde biri sürekli olarak atmosferde bulunur. Eğer, herhangi bir anda, atmosferdeki bütün su buharı yere yağış olarak inseydi, bütün yeryüzü iki santim kadar suyla kaplı hâle gelirdi. Dünyanın suları, sakin halde bulunmaz; akar, yağar, buharlaşır, donar, erir, yerden göğe, gökten yere, karadan nehirlere, nehirlerden denizlere geçer.

Isı, nem, enerji, su vs. gibi hayatî unsurlar dünyanın her köşesine ölçülü ve ihtiyaç nispetinde nasıl dağıtılıyor? Bu işin o kadar kolay olmayacağını herhalde takdir edersiniz. İnsanlar denizlerin suyunu yüzlerce hattâ binlerce km ötedeki karalara hava yoluyla aktaracak bir sistemi tesis etmek değil, hayal bile edemezlerdi. Küme küme bulutları bereketli topraklar üzerine sevk eden serin rüzgârlardan oluşan mükemmel dolanım sistemi sayesinde ilâhî kudret, denizlerin binlerce ton suyunu havanın yumuşak sırtına bindirerek ve rüzgârın önüne katarak muhtaç karalara naklediyor. Havanın devamlı dolaşımı sonucu devamlı yağışlı ve devamlı kurak bölgeler yerine, çok kompleks, fakat mükemmel bir plân ve usûl çerçevesinde hemen her bölge suya ve rahmete kavuşmuştur.

Dünyanın dönme ekseninde, dik olmayıp da eğik olmasının bir hikmeti olarak kuzey ülkeleri daha az enerji alır. Ancak atmosferin çok mükemmel bir plânla dolaştırılması neticesinde, ısı nakli yapılmakta hemen her taraf düzgün ve yeterli miktarda enerjiye kavuşur. Alçak ve yüksek basınç sistemlerinin kuzey güney doğrultusundaki hareketleri ve üst seviyedeki kuvvetli rüzgâr akımlarının yardımıyla, bir taraftan kuzey enlemlerindeki soğuk hava daha aşağı enlemlere inerken; güneydeki sıcak hava ise yukarı enlem derecelerine çıkar. Soğuk hava ile sıcak havanın bu şekilde yer değiştirmesi ile ideal bir düzen kurulmaktadır.

Havanın bu mükemmel hususiyeti sayesinde atmosferdeki nem, yeryüzünün her köşesine istenilen nispette ulaştırılır. Yalnız nem değil, sıcaklık, yoğunluk ve enerji de, hattâ bitkilerin üremesi için çiçek tozları bile havanın hareketine muhtaçtır.

Dünyanın ekseninin bir parça eğik tutulmasıyla ışınlar ordusu en fazla ekvator bölgesine indirme yaptığından, tropikal bölgeler daha fazla ısınır. Bu bölgelerde havanın ve yeryüzünün aşırı ısınması sonucu bol miktarda ısı depo edilir. İşte bu ısı, atmosferdeki hava akıntıları olan rüzgârlar için gerekli gücün ve enerjinin sağlanması demektir.

Âlemlerin hikmetli ve Kudretli Sahibi, koymuş olduğu kanunlar dahilinde, atmosfer tabakasını dev bir ısı makinesi gibi çalıştırır. Güneşten gelen ışınlarla yeryüzü ve atmosfer arasında sanki bir hizmet koşusu başlar.

Işığın yeryüzüne farklı şiddetlerde ısı vermesi, atmosfer sahnesindeki hava kütlelerinin de farklı surette ısınmasına yol açar ve ısınan hava aldığı emirle derhal yukarı çıkar.

Sonra yerine soğuk hava gelir. Böylece yeryüzünde sıcak havanın bulunduğu yerde, alçak basınç; soğuk havanın bulunduğu yerde ise yüksek basınç merkezleri denilen hareketli hava kaynakları teşekkül eder.

Sonuçta, minik hava zerreleri rüzgâr halinde dağ, dere, çöl, orman koşmaya başlar. Zerreler bu seyahatleri esnasında binlerce tohumu diyardan diyara taşırken, her biri bir vazife ile yaratılan bitkilerin çoğalıp yayılmasına da vesile olur.

Yukarılara doğru her 100 metre yükseklikte sıcaklık 0,61°C düşer. Isı kaybederek yükselmekte olan hava tabakası troposfer denilen hava mutfağından içeriye adımını atınca oradaki su buharları ince damlacıklar halinde yoğunlaşır. Bu defa rahmet yüklü bulutlar teşekkül etmeye başlar; bir ordu gibi seferber olan bu bulutları teşkil eden su buharcıkları, gökyüzünde sıfır derecenin altında soğukla karşılaşırlarsa âdeta yeni bir emir alırlar ve ince su damlacıkları, derhal buz kristalleri halinde ayrı ayrı donmaya başlarlar.

Aynı hava bütün bu işlere mazhar olurken, ciğerlerimizde ve damarlarımızda da çalışır. Bitkilerin yapraklarında ve çiçeklerinde renk renk nakışlar dokumaya vesile olur. Bulutlarla yağmur getirirken, çiçekten çiçeğe toz taşır. Zarif omuzlarında binlerce ton suyu taşıdığı gibi, binlerce kişilik uçakları da taşır. Işığı yayar, harareti dağıtır. Kulağımıza yüzlerce farklı dalga boyunda sesi, burnumuza çeşitli kokuları karıştırmadan getirir.

Sıcak günlerde hafif ve tatlı esintileri ile, kalb kulağına ince ve derin mânâlar aktarır. Bazen fırtına üniforması ile karşımıza çıkar ve âdeta kendisinin bu derece hikmet dolu faaliyetini anlamayan ve şükretmeyenlere Yaratan’ın ikazını getirir. Hortum olur, rastladığı her şeyi söküp gökyüzüne çıkarır. Bütün bu olup bitenlere karşı elinden hiçbir şey gelmeyen insan ise, ne derece âciz olduğunu anlar. Çareyi Yaratanına sığınmakta bulur.

Kâinat kitabının hava sayfasını ibretle okuyup tefekkür eden insan, zerrelerle yıldızlara aynı anda ve aynı kolaylıkla hükmeden Kudretli Zât’ı akıl gözüyle müşahede eder. Havada tecelli eden tabloları bir ibret levhası yahut bir hakikat habercisi olarak görür.

 

Esrarengiz Filtre

Havanın ilk katı olan Troposferin kalınlığı kutuplarda 8 km, ekvatorda ise 18 km kadardır. Üst kısımlara, sıcaklığın ani düşüş gösterdiği ara tabaka Tropopoz’a geldiğimizde, yerden 22 km yukarılara yükselmiş oluruz. Troposferden sonra gelen Stratosfer, yerden 50 km kadar yükseğe uzanır. Bu kısımda sıcaklık tekrar yükselir.

Burası yüksek enerjili ve tehlikeli ışınların aşağıya geçit verilmediği yakalanma sınırıdır. Ozon üç atomlu bir oksijen molekülüdür. Bu moleküller güneş ışınlarının zararlılarını filtre eder. Güneşten gelen ultraviyole ışınları harika bir kimyevî denge reaksiyonuyla oksijenin Ozon’a dönüştürülmesinde kullanılarak burada yakalanır.

Bu moleküller son zamanlarda, yerden yükselen bazı kimyevî maddelerin hücum ve tahribine maruz kalmaktadır. Eğer bu moleküller azalırsa; ultraviyole ışınları rahatça yere inecek demektir. Bu ışınlar kısa dalga boylu, enerjisi yüksek ışınlar olup, canlı bünyesindeki DNA moleküllerdeki bağları koparıp, bozacak güçtedir. Ayrıca, Ozon tabakası ile süzülen bu ışınların yere kadar inmesi ile yeryüzü daha fazla ısınacağından dünyanın yüzyıllardır değişmeyen ortalama sıcaklık değerinde de bozulma görülecektir.

 

Bir Mukayese

Evet atmosferin ilk tabakasında hava-toprak ve hava-deniz arasında görülen hayret verici incelikteki münasebet, bütün Güneş sistemi içinde sadece dünyayı, hayatın üzerinde tebessüm ettiği mümtaz bir gezegen haline getirmiştir.

Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, adına dünya dediğimiz sıcak ve şen bir yuva içinde bulunuyoruz. Burada ne aşırı soğukluk ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca değişmemiş sabit ortalama bir sıcaklık var. Bunu daha iyi takdir etmek için yakın komşumuz Ay ile Dünyamızı kıyaslayabiliriz. Orada gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuklar hükmeder. Göktaşı sağanakları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik olmuş; ıssız, sessiz ve ölü bir diyardır Ay.

Havaya yeterli miktarda serpiştirilen Karbondioksit ve su molekülleri yüksek bir ısı tutma ve emme kapasitesine sahip kılınmışlar. Bu moleküller gündüzleri güneşin fazla ışınlarını emerler, neticede aşırı ısınma olmaz. Gece olup da güneş ışığını çekince hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası gündüz dünyayı güneşin ışınlarından koruyan bir perde, geceleri ise sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Diğer gezegenler böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduklarından gündüz sıcaktan kavrulurken, geceleri de dondurucu soğukların tesiri altındadır.

İklimlerin ayarlanmasında kullanılan diğer bir ayarlayıcı ise denizlerdir. Denizlerin karalardan daha çok olması çoğumuza garip gelebilir. Bizi üzerinde barındıran küreye kısaca ‘yer’ diyoruz. Yer aynı zamanda toprak mânâsına da gelmektedir. Oysa yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. İyi ki böyle olmuş dememiz lâzım. Bu sayede ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına maruz kalıyoruz. Şöyle ki gündüz güneşin ışınlarıyla çabucak ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevresine yayar. Muazzam su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Denizler bu kadar bol olmasıyla, bir yandan iklimi düzene koyan ve aşırı ısınmayı ve soğumayı önleyen klima gibi vazife görürken, diğer yandan da bol buharlaşma sonucu, karaların suya olan ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da o nispette azalacak ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti. Bunlar hayatın sonsuz hikmetlerle hazırlanmış bir plâna göre yaratıldığını göstermiyor mu?

 

Başımıza Yağan Taşlar

Atmosferin 50. km’sinde Stratosferi geride bırakırız. Bu katta irtifa 90. km’yi bulunca atmosferin orta katı sayılan Mezosfer’e varırız. Bu tabakanın bir vazifesi göktaşı sağanaklarına kalkan olmasıdır. Uzay yalnızca yıldızlar ve onların çevresinde dolanan gezegenlerden ibaret değildir. O koca boşlukta, iri kaya ve taşların dolaştığını biliyor muydunuz? Bu taşlar yerin çekimine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girerler.

Yıldız kayması dediğimiz bu olayda atmosfere hızla giren göktaşları havayla temas edince yanarak mezosfer içinde toz haline gelir.

Eğer böyle bir kalkana sahip olmasaydık başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan toz haline geliyor. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.

Düşünelim; gökteki bulutların teşekkülü için hem arz kaynaklı hem de uzay kaynaklı sayısız incecik parçacıklar lâzımdır, ayrıca bu parçacıkların üst atmosfere ulaşması gerekir. Buraya taşınan nemli rüzgârlarla çekirdekler üzerinde yoğunlaşma başlayacak ve bulut taneciği oluşacak... Bulut taneciği fizikî ve matematik bir plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline gelecek, bu minicik su damlası yere doğru düşmeye başlayacak...

Yerçekimi kanununa uygun olarak birkaç bin metre yukarıdan düşecek damla yere kurşun hızıyla ulaşacaktı. Bu ise her canlının yağmur altında ölümü demek olacaktı; ama yağmur tanesi sabit bir hızla yere düşüyor, usulcacık, incitmeden, yıpratmadan... Damlaların bir ölçüye göre biçimlenip küçücük yağmur damlaları haline gelmesi ile iş bitmiyor. Aynı ölçünün, aynı hesabın, aynı nizamın bu defa yerçekimine karşı koyabilecek bir başka kuvvet tarafından da müessir hale getirilmesi gerekiyor. Görüldüğü gibi en zor ve pahalı gibi görünen hizmetler, en uygun ve kısa yollardan çözüme kavuşturulmaktadır.

 

Küremizin Aynası

Mezosfer adlı hava tabakasını geçtikten sonra İyonosfer’le buluşuyoruz. İyonosfer, faaliyet sahası 350 km yukarılara kadar tesirli olan, diğerleri gibi önemli görevleri olan bir atmosfer tabakasıdır. Burada bulunan atom ve moleküller yüksüz halde değil, iyonlaşmış, yani elektron vererek veya alarak elektrikle yüklenmiş haldedir.

Telsiz keşfedilip de, vasıtasız haberleşmenin mümkün olması ile, insanlık büyük bir heyacan yaşamıştı. Fakat bir husus ilim adamlarını kara kara düşündürüyordu: Elektromanyetik dalgalara bindirilmiş radyo dalgaları dümdüz bir hat boyunca yol alıyordu. Yer düz değil yuvarlak olduğundan, uzak mesafelerle haberleşme, en fazla 100 km çapında bir alan için mümkün olabilirdi. Daha uzak yerlerle, kıtalar veya ülkelerle haberleşme nasıl olacaktı? 

Kafalar bu düşünceyle meşgulken, 1901 yılında İngiltere ile Kanada arasında radyo haberleşmesinin sağlandığı açıklandı. Bu gelişme büyük bir şaşkınlık meydana getirmişti. Radyo dalgaları daha uzak mesafelere nasıl ulaştırılmıştı?

Sır daha sonra çözülecekti. İyonosfer atmosferin iyonlardan yapılmış aynası gibiydi. Fezanın çınlayan kubbesi durumundaydı. Yerden uzaya yükselen telsiz ve radyo vericilerinin elektromanyetik dalgaları bu aynaya çarpıyor ve yansıyor, tekrar dünya üzerine gönderiliyordu. Yansıyan dalgalar dünyanın her köşesine ulaşıyor ve böylece her tarafta radyo ve telsiz yayınlarını rahatça takip etmek mümkün hale geliyordu.

Bu, daha dünya yaratılırken son asırların ihtiyaçlarının bile nazarı dikkate alınmış olduğunun ifadesi değil miydi? Bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve geleceği gören, her ihtiyacımızı şefkat ve merhametle hazırlayan birisi vardı ki, havada, suda, yerin altında ve üstünde ihtiyaçlarımız için gerekli levazımatı depolamıştı. Zamanı gelince kullanalım diye. Yaratılışta istikbalin tohumlarını ekmişti.

 

Manyetik Kalkan

İyonosferi geride bıraktığımızda yolumuz 2000-3000 km’lerdeki Ekzosfer’e çıkar. Burada hava yoğunluğu iyice azalmış, sürtünme yok denecek hale gelmiştir. Molekül çarpışmaları giderek yok olur ve buna bağlı olarak da sıcaklık kavramı bilinen mânâsını kaybeder. Bu sebeple olmalı, suni uyduların çoğu bu tabakaya yerleştirilir.

Bir pusulaya dünyanın neresinden bakarsanız bakın, daima kuzey yönünü gösterir. Eğer bu yönü takip ederseniz Kuzey kutup noktasına varırsınız. Pusula ibreleri bu bölgedeki manyetik alanın tesirinde kalarak sürekli olarak buraya yönelir, bu yöneliş sayesinde bizler de karada, denizde ve havada yönümüzü kolayca buluruz.

Kuzey ve güney kutbundaki bu esrarengiz ama bir o kadar da manidar manyetik alanların kaynağı ile ilgili çeşitli açıklamalar görüyoruz. Bu açıklamalardan olayın izahının hayli karmaşık olduğu ve henüz kesin bir hükmün bulunmadığı anlaşılmaktadır. Açıklamalardan birisine göre, dünyanın çevresini 8 şeklinde manyetik ilmikler halinde kuşatan adına Van Allen kuşakları da denilen manyetik çizgilerin kaynağı, dünyanın merkezinde yer alan, sıvı sıcak demir ve nikelle ilgilidir. Bu manyetik akımlar kutuplardan çıkmakta dünyamızı çepeçevre saran bir manyetik tabaka meydana getirmektedir.

Bu tabaka aynı zamanda 7. ve son atmosfer tabakası olup manyetik bir zırh olarak görev yapar. Bu esrarlı kuşak yeryüzüne bağlı dünyanın etrafında en büyük atmosfer tabakasıdır. Manyetosfer manyetik yoğunlukların meydana getirdiği iç içe esrarengiz kuşaklardır. Bu kuşaklardan bize en yakını 4.000 km, ikinci kuşak ise 16.000 km yüksekte olup 30.000 km’ye kadar tesirini gösterir. Bu iç içe görünmez manyetik kabukların her birisi bazen tehlikeli kozmik ışınları ve yüklü parçacıkları yakalamakta, yönlerini değiştirerek bir alt tabakaya geçmesine engel olmaktadır. Arzı sürekli bombalayan kozmik ışınlar ve özellikle aralıksız esen güneş rüzgârları (elektron, proton vb yüklü atom parçacıkları) arzın manyetik alanı olan radyasyon kuşakları ile karşılaşır ve orada frenlenir.

Güneş ara sıra vuku bulan ani ve şiddetli patlamaları ile yüzeyinden kopan parçaları bir yanardağ gibi uzayın boşluğuna fırlatır. Şükür ki Güneşin sürekli radyasyon rüzgarlarına ama bazen fırtınaya dönüşen sağanaklarına karşı hayatı korumak için tasarlandığı apaçık belli olan magnetosfer zırhı var.

Atmosferin daha hiçbir özelliği keşfedilmezden evvel arz ve semanın sahibi atmosferin hayat için koruyucu özelliğini haber vermişti.

“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hâlâ bundaki delilleri görmeyip inkâr ederler.” (Enbiya 32).

 

Atmosferdeki Denge

Atmosfer gazları mahiyetleri gereği uzay boşluğuna kaçmak isterken, yeryüzü bu gazları emmek ve tutmak ister. Ancak öylesine harika bir denge kurulmuş ki; her ikisi de vuku bulmaz. Dünyamızın kütlesi; yarıçapı, sıcaklığı ve yerçekimi gibi birçok faktörler kullanılarak, o kadar ince hesaplama ve ayarlamalar yapılmış ki, akıllar değil hayaller dahi şaşkınlığa düşmektedir.

Eğer Dünya’mız Güneş’e daha yakın olsaydı hava daha fazla ısınacak, ısınan gazlar yükselip atmosferi terk edecekti. Biraz uzak olsaydı, o zaman da yeryüzüne çöküp kalırlardı. Yerçekimi şimdikinden biraz fazla veya tersine az olsaydı, aynı durum ortaya çıkardı. Ayrıca, gelen ısı yerkürede bir süre tutulabilmelidir. Bu görevi de karbondioksit gazı üstlenmektedir.

Atmosfer denen bu esrarengiz perdenin bir an için başımızdan kaldırıldığını düşünebiliriz. O zaman dünyanın diğer gezegenlerden farkı kalmayacaktı. Meselâ Ay’da olduğu gibi ısı gündüzleri 120 dereceye çıkabilirdi. Sonuçta her şey kavrulacak, geceleri ise düşen sıcaklıkla birlikte her şey donacaktı. Bununla kalmayacak göktaşlarının sağanakları yüzünden kozmik ve morötesi ışınların bombardımanından delik deşik olacaktı. Yanı başımızdakine bile sesimizi duyuramayacak, ışık saçılma göstermeyeceğinden karanlıkta kalacaktık. Ufak bir bitki bile yeşeremeyecekti. Kuşlar gibi uçaklar da havalanamayacaktı. Velhasıl cansız, ruhsuz, soğuk, sessiz, ölü bir dünya ile karşı karşıya kalacaktık.

Çok soğuk ve zifiri karanlık içerisinde hızla yol alan her ihtiyacı temin edilmiş sıcak ve aydınlık bir yuva üzerindeyiz. Bu yuva üzerinde eksikliğini duyduğumuz hiçbir şey yok. Bu yuvanın ne kadar mükemmel tefriş edildiğini daha iyi fark etmek için başka gezegenlere hattâ fazla uzağa gitmeğe gerek yok, kapı komşumuz Ay’a bir göz atmak yeterli.

Her birisi birer ibret levhası, mânâ sembolü ve hakikat habercisi bu hava sahifesinde tecelli eden âyetleri hakkıyla okuyup tefekkür ufkunda ilerleyenlere ne mutlu!