TR EN

Dil Seçin

Ara

Neden İslâm’ı Seçiyorlar?

Neden İslâm’ı Seçiyorlar?

Müslüman bir aile içinde doğmadıkları halde hayatlarının sonraki bir bölümünde Müslüman olmayı seçen kişilere ‘muhtedi’ diyoruz.

 

MÜSLÜMAN bir aile içinde doğmadıkları halde hayatlarının sonraki bir bölümünde Müslüman olmayı seçen kişilere ‘muhtedi’ diyoruz.

Eski kuşaklar muhtedi olarak bir tek Muhammed Ali’yi bilirlerdi. Sabaha karşı yaptığı boks müsabakaları biraz da bunun için heyecanla izlenirdi. Fakat günümüzde ihtida hareketi çok daha yaygın bir şekilde ilerliyor. Sadece spor dünyasından değil hayatın her katmanından pek çok batılı insan yirmili, otuzlu yaşlarında İslam’a girdiklerini beyan ediyorlar. Bunlar arasında Müslüman bir ülkeye yaptığı ziyaretten etkilenen turistler olduğu gibi, son zamanlarda ünlü futbolcular hatta rapçiler de yer alıyor.

 

Peki ama bu kadar farklı geçmişe sahip olan insanların İslam’ı seçmelerindeki temel gerekçeleri ne? Nasıl bir çocukluk ve gençlik yaşantısı veya ne tür tecrübeler onları hayatlarının ileriki safhalarında İslam’la buluşturuyor? Kendi dinlerinde bulamayıp da İslam’da buldukları ne? Özellikle Hıristiyanlık hangi noktalarda kifayetsiz kalıyor?

Bu sorulara ilişkin elbette bizim de kendimize göre kanaatlerimiz olabilir, ama onlar bunu nasıl ifade ediyorlar?

Onların cevaplarını dinlemek, bizim de kendi inancımızı farklı açılardan değerlendirebilmemize fırsat sağlayacaktır.

Bu çerçevede incelediğimizde, muhtedilerin pek çoğunun ailelerinden ve toplumdan din adına fazla bir şey öğrenemediklerini, din eğitimi alanların da aile veya okuldan öğrendiklerinden pek memnun olmadıklarını görüyoruz. Örneğin, Jason bu durumu şöyle dile getiriyor:

“Gittiğim okul tamamen seküler bir okuldu. İngiltere’deki çoğu insan gibi ben de hiçbir zaman Hıristiyanlığı kabul veya reddetme imkanı bulamadım, çünkü din bana sunulmadı. Genç neslin durumu genelde budur. Kimse Hıristiyanlığın ne olduğunu tam anlamıyla bilmez. Ne okul, ne aile, ne de toplum dini insanlara tanıtmaktadır. Bunun sebebi de kısmen seküler bakış açısı, kısmen de Anglo-Sakson kültürün din konusundaki zayıflığıdır. İnsanlar din üzerine konuşmaktan pek hoşlanmazlar. Özellikle kültürlü ve eğitim görmüş kesimlerde din konuşma konusu değildir, dolayısıyla çocuklar ve gençler de konuşmazlar.”

 

“DİNDEN HABERDAR EDİLMİYORUZ!”

 

17 yaşındaki Tony ise bu duruma şöyle değiniyor:

“Bu toplum kişiyi dinden haberdar etmemektedir. Neden, bilemiyorum. Belki yanlış hayat şekline büründü de ondan: Çalış, ye, iç, uyu. Din insanlara anlatılmıyor. Ben güya Hıristiyan okulunda okudum. Bize maymunlardan geldiğimizi öğrettiler. Tanrı’ya değil evrime inanmamızı istediler. Bu toplum sizin Tanrı’yı hatırlamanızı istemiyor, hiçbir şey düşünmemenizi istiyor. Her şey dünya ile alakalı.”

Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, genelde dinden uzaklaşarak seküler hale gelen Batı toplumunun genel havası, ergenlik çağındaki bir gence dinin ciddiye alınmasını tuhaf bir davranış olarak sunmasıdır.

Bu yaklaşım tarzı, gençlerin yirmi yaşına doğru dinden tamamen soğumasını ve doğal olarak kiliseye gitmekten vazgeçmesini sonuç verir. Avrupa ülkelerinde insanların kiliseye gitme oranı %15 civarındadır.

Muhtedilerin hayatlarına bakıldığında, bu insanların gençlik dönemlerinde genelde dini sorguladıklarını, hayatın temel sorularına cevap aradıklarını, bunu kendi dinlerinde (Hıristiyanlıkta) bulamayınca, uzunca bir süre dine uzak durduklarını görüyoruz.

Örneğin gençlik devresinde dinden uzaklaşan Gerald, kilisede iki yüzlülük sezdikten sonra böyle bir şeyi tercih ettiğini şöyle belirtiyor:

 

HIRİSTİYANLIĞA YÖNELEN İTİRAZLAR

 

“Dindar bir ailede büyümüştüm. 15-16 yaşına kadar her şeyden memnundum. Bu yaşlarda annemle birlikte pazar günleri kiliseye de gidiyordum. Fakat kilisenin söylediği şeylerde riya olduğunu sezmeye başlamıştım. Mesela hem kiliseye gidiyorsun hem de ardından bara gidip sarhoş olabiliyorsun. Kiliseden çıkınca hayatının geri kalan kısmında ne yaparsan yap, önemli değil.”

Bir başka muhtedi, Richard, inançla ilgili bir konuyu sorgulamıştı:

“14- 15 yaşlarında sorular sormaya başladım. İlk sorum şuydu: Tevrat’ta domuz etinin yasak olduğu yazıyor, fakat kilise buna uymuyor, bunu tanımıyor. Halbuki İsa hukuku değiştirmeye değil tamamlamaya geldiğini söylüyor. Buna göre kilise domuz etinin yasak olduğunu savunmalıydı. Kilisenin bu tavrını anlayamamıştım.”

Henry ise bir başka noktaya takılmıştı:

“Annem bana iyi bir dini eğitim verdi. 13 yaşına kadar ben de onunla kiliseye gittim. O yaştan sonra sıkılmaya başladım, artık kilise yerine arkadaşlarımla birlikte olmayı tercih ediyordum. Teslis inancını da hiç anlayamamıştım. Belki sıkılmamın sebebi buydu. Tanrı hem İsa, hem Ruhü’l Kudüs, hem de Tanrı idi. Anneme bunun nasıl olduğunu soruyordum. Papaza sor diyordu. Ona soruyordum, ama cevap yoktu. Fâsid bir daire içinde dönüyorduk. Bir keresinde anneme bir başka şey sorduğumu hatırlıyorum: ‘Eğer Tevrat ve İncil aynı Tanrı’dan geliyorlarsa, niçin Tanrı birisinde çok öfkeli ve gazaplı, diğerinde çok yumuşak bir görünüm sergiliyor.’ 15 yaşında Hıristiyanlığı tamamen reddettim ve artık hiçbir şeyini bilmek istemedim.”

İtikada yönelik bu itirazların yanı sıra, Hıristiyanlığın uygulamalarına ve modern toplum içindeki konumuna dair de epeyce itiraz söz konusu. Örneğin, bir muhtedi şunları söylüyor:

“Bizim toplumumuzda kilise varlığını sürdürebilmek için taviz vermeye her zaman hazırdır. Bir örnek vermek gerekirse, kilise cinsel ilişkilerin yalnızca evlendikten sonra başlaması gerektiğini söyler. Fakat eşi olacak kişinin cinsel yönden kendisine uygun olup olmadığını denemeden evlenmek isteyenlerin sayısı çok azdır. Papazlar da bir iki dua ile günah çıkartarak bu işi yapan kimseyi affetmeye çoktan hazırdırlar. Ben böyle son derece önemli konularda uzlaşmaya hazır bir kiliseyi kesinlikle kabul edemem. Hayatıma rehberlik edecek mükemmel bir şeyi hep arzu ettim. İşte bu şüphelerden dolayı kilisede dizlerimin üzerindeyken bile kendimi Tanrı’ya yakın hissedemedim.”

Frederick ise konunun bir başka yönüne dikkat çekiyordu:

“Papaz insanlarla Tanrı arasında bir komisyoncu gibidir. Ben de günah çıkarttırırdım, ama bu durum pek hoşuma gitmezdi. Papaza gidiyorsunuz, yanlış yaptığınızı söylüyorsunuz ve o sizi temize çıkarıyor. Daha ergenlik yıllarımda ‘Bu adama bu hakkı kim veriyor?’ diye düşünürdüm.”

 

MUHTEDİLERDE İSLAM İMAJI

 

Muhtedilerin İslam öncesindeki hayatlarında sahip oldukları İslam ve Müslüman imajı, batı toplumlarının genelinde olduğu gibi çoğunlukla negatif boyutları içerir:

“İslam’ı Muhammed’in uydurduğu, Yahudilik ve Hıristiyanlık’tan alarak oluşturduğu bir din olarak biliyordum.”

“Bende tipik bir batılıda olan klişe imaj mevcuttu. Kadınları siyahlara büründüren bir dindi İslam.”

“El kesen insanlar imajı bendeki en belirgin olanıydı.”

“İslam hakkında pek bir şey bilmiyordum, ama Araplar’ı terörist olarak görüyordum. Pakistanlı Müslümanları Araplar’dan başka bir Tanrı’ya inanıyor zannediyordum.”

“Okulda Haçlı seferlerini okumuştuk. Bizimkilerin Hıristiyan olmayan kafirlere, katliamcı barbarlara karşı savaştığını öğrettiler.”

Muhtedilerin Müslüman olmadan önceki hayatlarında bu kadar negatif klişelere sahip olmalarına rağmen, bu insanlar hayatlarında bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorlardı. O da dinin hayatları üzerindeki etkisiydi. İslam’la karşılaşmadan önce mevcut kültürü tenkit etmeye ve İslam’a yakın görüşleri oluşturmaya başlamışlardı. Bu da İslam’a yönelik imajların çeşitli tecrübeler sonrasında değişmesini kolaylaştıran bir unsurdu. Örneğin Gerald’in tecrübesi şöyleydi:

“Din, kiliseye veya bir başka yere haftada 1-2 saat gitmekten ibaret olamaz. Müslüman olmadan önce bile bunun doğru olamayacağını düşünüyordum. İslam’ı tanıyınca ‘İşte hayatın tümünü kapsayan bir din!’ dedim kendi kendime. Hem maddi, hem manevi yönü vardı. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştu... Eğer Allah’a inanıyorsanız, bu inanç noksansız olmalıdır. Eğer bir gün öleceğinize ve hesap vereceğinize inanıyorsanız, her şey bu gerçeğe göre şekillenmektedir. Din hayatın bir bölümü olmamalı... İslam sadece maneviyat değildi. Eşinize nasıl davranacağınızı, çocuklarınızı nasıl yetiştireceğinizi, insanları nasıl selamlayacağınızı, misafirlerinize nasıl davranacağınızı belirliyordu. Bütün bunlar, üzerinde düşündüğüm konularda bana bir şeyler söylüyordu. Yani İslam’ı kabule müsaittim.”

 Bir başka mühtedi James’in kafasındaki İslam imajının değişmesinde, yüksek lisans yaptığı sınıfta karşılaştığı Müslüman arkadaşları etkili olmuştu:

“Bütün gün hem oruç tutuyorlar hem de derslerinde başarılı oluyorlardı. En saygı duyduğum özellikleri dinleriyle şeref duymalarıydı. Benim hiçbir zaman elde edemediğim bir özellikleri dinlerini aşırı derecede sevmeleriydi. Ben dinimi sevsem bile, bu hep içsel bir şeydi, dışarıya vurmam mümkün değildi. Başkalarına bunu sergileyemezdim. Çünkü inandıklarım aklımla destekleyebileceğim şeyler değildi. Oysa Müslümanlar bu gücü kendilerin de buluyorlardı. Kalpleri dinlerini seviyor, kafaları ona inanıyordu.”

Toplumun ahlaksızlığa müsaade etmesinden yakınan Todd da karşılaştığı Müslümanların ahlak anlayışından etkilenmişti:

“Hiçbirisi alkol almıyor, evlilik dışı ilişkilerde bulunmuyordu. Çok mutluydular ve bu konuları tartışırken kendilerinden emin görünüyorlardı... Müslüman olmadan bir ay önce Kur’an’ı okumuştum. İnsani ilişkiler ve ahlaki konularda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiren birçok ayet vardı... Bu benim için en temel unsurdur. Kur’an bir ölçü vermektedir... Hıristiyanlık ise ‘kötüyü değil, iyiyi seçmelisin!’ der, fakat hiçbir çerçeve çizmez. İslam ise günlük hayatınızı düzenler. Yani hiçbir an İslam’dan kaçış yoktur. Allah’ı düşünmek zorundasınız, iş arkadaşınızı, ailenizi düşünmek zorundasınız.”

Bazı muhtediler ise Müslüman ülkeleri ziyaretleri sırasında İslam kültüründen etkilenmişlerdi. Jason Mısır’a gittiğinde dinin insanların yaşantıları üzerindeki etkisini şaşkınlıkla müşahade etmişti:

“Mısır’da çok seyahat ettim, halkın arasına karıştım. Beni şaşırtan şey dine fazla sayıda insanın bağlı olmasıydı. Bu bana çarpıcı geldi, çünkü bizim ülkemizde herkes Hıristiyan olmasına rağmen Hıristiyanlığa bağlı insanların sayısı çok azdır. Mısır’da taksiye biniyorsunuz, şoförün takside bir Kur’an bulundurduğunu görüyorsunuz. Bu manzara benim gibi dine bağlı olmayan bir toplumda yetişmiş kimse için çok çarpıcı idi.”

 

İHTİDA SONRASI SÜREÇ

 

Din değiştirme süreci sonunda muhtediler genelde hem yapısal hem duygusal yönden önemli bir değişim gösterirler. Yaşadıkları tecrübe ile hayatın anlam ve hedefi kendileri için önem kazanmıştır. Değişme kararını kendisinin vermesi de, hayatı farklı bir açıdan görmesini sağlamada önemlidir.

Muhtediler için din değiştirmenin getirdiği en temel özellik onların dünyayı algılayış biçimlerinin değişmesi, dünyaya bir anlam yükleme hadisesinin ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla Müslüman olmak hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir kimlik değişimini ortaya koymuş ve muhtediler kendilerini yeniden şekillendirmeye karar vermişlerdir. Bireysel seviyede de hayattaki hedefleri netleşmiştir.

Bununla birlikte, muhtedilerin önemli bir kısmı, yaşadıkları tecrübeyi Yahudi-Hıristiyan geleneğinin tamamen reddi değil, Hz. İbrahim’le başlayan çizginin son halkasını (İslam) bulmak olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla din değiştirme ifadesi yerine “Hıristiyanlıktan İslam’a kayma” gibi bir tanımlama daha fazla tercih edilmektedir. Adeta Kur’an-ı Kerim, bu insanların Hıristiyanken yaşadıkları güvensizliği, bazı şeylerin yanlış olduğuna ilişkin şüphelerini onaylamış ve buna bir çözüm getirmiştir.

Böylece İsa Peygamberin ‘müjde’si, şu zamanda İslam’ın şahsında tahakkuk etmiş ve etmeye devam etmektedir. Allah daha fazla sayıda insanı bu hakikatle buluştursun. Bizlere de daha iyi örnek olmayı nasip etsin. Amin.

 

 

 

“Tatlı Bir Ahenk”

İNGİLTERE’NİN eski başbakanı Tony Blair’in eşinin gazeteci olan kardeşi Lauren Booth, İslam’la şereflenmesini şu cümlelerle anlatıyor: “Gazze’de ve dünyanın başka yerlerinde tanıdığım Müslümanlar beni barış ve huzur hissettirerek kucakladılar. Bu arada Müslüman olmayan arkadaşlarım ve meslektaşlarım ne kadar da duygusuz görünmeye başladılar gözüme. Biz batılılar neden toplum içinde ağlayamayız veya birbirimize sarılamayız. Bu insanlar dedim içimden, eğer korku üzerine bir iman geliştirdilerse neden hemen bundan uzaklaşıp mesela içkiye dadanmıyorlar, eğlenceye boğulmuyorlar, tıpkı bizim Batı’da yaptığımız gibi... Kendime bunu sordum. Ve Müslümanların namazda hissettiklerini hissettim: tatlı bir ahenk ve yoğun bir mutluluk! Sahip olduğum her şeyden dolayı bir minnet ki, mutlu olabilmem için bunun dışında herhangi bir şeye ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.”

 

 

 

“Şöhretin Önemi Yok”

Ünlü Fransız rap sanatçısı Diam’s din olarak kendisine neden İslam’ı seçtiğini şu sözlerle anlatıyor:

“Son zamanlarda kazandığım mal, şöhretimin ve büyük başarımın beni bunalımdan ve stresten kurtaramadığını biliyordum... Ruhen içimde büyük baskılarla karşı karşıya kalmaya başlamıştım. Bu durum beni insanlardan uzaklaşmaya ve hayatım için hakiki alternatifler aramaya itti.

Gerçekten sorunlarımın çaresini doktorlarda değil İslam’da buldum... Şöhretin ve paramın artık gözümde hiç bir değeri yok.”

Rap şarkıcılığına 1994 yılında Paris’te başlayan Diam’s, sadece birkaç sene içinde güçlü karakteri ve güçlü sesiyle rap müziğinde Fransa’nın en ünlü bayan rap sanatçılarından biri olmuştu.

 

 

 

“Hz. Muhammed’i örnek alıyorum”

1977 yılında Fransa’nın Lyon kentinde dünyaya gelen Mali asıllı Frederic Omar Kanoute, 20’li yaşların başındayken Müslüman oldu, sonra da hayatı tamamen değişti.

  2006 yılında Kanoute dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Mali’de yoksul Müslümanlar için bir vakıf kurdu. Yıkılmakta olan bir camiyi kurtardı.

Müslüman olduktan sonra kendisine kimi örnek aldığı sorulduğunda şu cevabı verdi:

“Hazreti Muhammed’in (sav) yaşamını örnek alıyorum. O, İslam peygamberi ve sadece benim için değil tüm insanlık için bir örnek teşkil ediyor onun yaşamı. Onun haricinde sporcu kimliğimle ile eski boksör Muhammed Ali’yi örnek alıyorum.”