TR EN

Dil Seçin

Ara

Kur'an Allah Kelamıdır, Çünkü...

Kur'an Allah Kelamıdır, Çünkü...

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz: Okuyacağınız yazıyı kaleme almaktan maksadımız Kur’ân hakkında haddi aşan sözler sarf eden birisine cevap vermek değildir. Bu yazıyı onun o çirkin sözleri dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerim hakkında bazı hakikatleri ifade etmeyi bir görev sayarak yazmış bulunuyoruz.

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz: Okuyacağınız yazıyı kaleme almaktan maksadımız Kur’ân hakkında haddi aşan sözler sarf eden birisine cevap vermek değildir. Bu yazıyı onun o çirkin sözleri dolayısıyla, Kur’ân-ı Kerim hakkında bazı hakikatleri ifade etmeyi bir görev sayarak yazmış bulunuyoruz.

Bu uçsuz bucaksız âlemi sonsuz bir kudret ve hikmetle yaratıp idare eden Allah, bu kâinat ağacına en mükemmel meyve ve bu âleme en nazdar misafir olarak yarattığı insanlarla elbette konuşacak ve kendini onlara tanıtacaktır. 

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir.” (Sözler)

Bütün semavi kitapların inzal edilmesinde ve onları ders verecek peygamberlerin gönderilmesinde iki İlâhî maksat söz konusudur: Birisi kendisini kullarına tanıtması; diğeri kullarına ubudiyet vazifesini talim etmesi.

Bir harfin bile kâtipsiz olmadığını bilen insan, kendini ve bu âlemi sahipsiz tevehhüm edemez. Bu varlık âlemini bir “var eden” olduğunda bütün vicdanlar ittifaktadır. Ama o Zat kimdir, sıfatları, isimleri nelerdir? Bu âlemi niçin yaratmıştır? İnsanın bu âleme gönderilmesindeki ana hikmet nedir? Ölüm, insanın bir uçurumdan hiçlik derelerine yuvarlanması mıdır? Böyle değilse ölümden sonra bir başka âleme gidilecek midir? Bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olduğuna göre, bir insan kendi varlığına ve ona hizmet eden bu muhteşem âleme bu kadar ihsanlar ve ikramlar takan Rabbine nasıl şükredecektir? 

İşte bütün bu ve daha nice soruların cevaplarını vermekte insan aklı kifayetsizdir. O halde, Allah kendini bu muhtaç kullarına bizzat bildirecektir. 

O halde Allah insanlara hitap edecek, kendini tanıtacak, insanlara şükür ve ibadet yolunu bizzat gösterecektir. 

Şimdi hakikat bu iken, bir an için bu sorunun cevabını bütün dinlerde ve bütün semavi kitaplarda arayalım. Ne bâtıl dinlerde ne de tahrif olmuş diğer üç semavi kitapta bu soruların cevaplarını bulamayız. Karşımızda tek bir hidayet rehberi vardır o da Kur’ân-ı Hakîm’dir. 

Bazıları Kur’ân’ın beşer kelamına benzemesini nazara veriyor ve onun semavî olduğu konusunda şüpheye düşüyorlar. Bu gibi kimselerin aldandıkları çok önemli bir noktayı kısaca beyan edelim: 

Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği gibi kelam-ı İlâhî nihayetsizdir. Yani Allah’ın kelam sıfatıyla hitap ettiği mahlûklar, sayılamayacak kadar çoktur. Meleklere ilham yoluyla konuştuğu gibi, hayvanlara da ilhamlarda bulunur. Bu hakikatı ders vermek içindir ki, Allah kelamından bir sureye arının ismi verilmiştir: Nahl Suresi.

Allah, arıya ilham ile yolunu göstermekte, onu çok uzak mesafelere sevk etmekte, daha sonra da yine ilham ile onu yuvasına döndürmekte, kovanını buldurmaktadır. 

Allah, sevgili kullarıyla da ilham yoluyla konuşur. Evliyanın ilhamları onların Rableriyle bir nevi mükâlemeleridir. 

Ve Allah, kullarına elçi olarak gönderdiği peygamberleriyle de vahiy yoluyla konuşur.

Bu hak elçilerinin insanlara rehber olabilmeleri için Allah kelamının onların anlayacağı mahiyette olması gerekir. Allah’ın insanlarla konuşması konusunda Üstadın çok önemli bir tesbiti vardır: Tenezzülat-ı İlâhiye.

Yani Allah insanlara onların anlayacağı bir dilden hitap etmektedir. Eğer Tûr-i Sina’da Musa aleyhisselama hitap ettiği gibi etseydi, insanlar bu kelama muhatap olamazlardı.

“Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin muhaverâtı (konuşmaları) ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve katidir. Çünkü cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.” (Mektubat, 26. Mektup)

Bu önemli nokta üzerinde biraz durmak gerekiyor. 

Nur Külliyatında mahlukat âlemi için “kelimât-ı kudret” tabiri kullanılır. Yani yaratılan her mahlûk Allah’ın kudret sıfatının bir kelamı gibidir. Bu kelamlar hadsizdir ve birbirinden farklıdır. Güneş de bir kudret kelimesidir, çiçek de. Allah’ın kudretinin mahiyeti, ne güneş yaratmasıyla anlaşılabilir, ne de çiçek yaratmasıyla..  Bu İlahî sıfat, ancak mahlûkatın yaratılmasıyla “kudret kelimeleri” olarak tezahür eder.

Allah’ın zatı gibi sıfatları da mahlukatın zatlarına ve sıfatlarına benzemez. Onun kudret sıfatı ne semayı direksiz durdurmasıyla, ne dünyayı döndürmesiyle, ne güneş sistemini topyekûn sevk etmesiyle anlaşılmaz. O kudret; mahlukatın hiçbir kuvvetine, kudretine, cazibesine benzemez. 

Aynen öyle de Allah’ın kelam sıfatı da hiçbir kelama benzemez. Kudret sıfatı mahlukat âleminde kendini gösterdiği gibi, kelam sıfatı da vahiyler ve ilhamlarla tezahür eder. 

İlham da, vahiy de Allah’ın kelam sıfatına bakmaları yönüyle kelimesizdirler. Ancak bunların insanlara intikal ettirilmesinde, Üstadın ifade ettiği gibi, bir İlâhî tenezzül devreye girer ve Allah insanlara onların dilleriyle hitap eder. 

Kelimesiz konuşmanın en açık örneği insan kalbidir. Kalb kelimesiz konuşur. İnsan bir güzel manzarayı kalbiyle sever, bu sevgi kelimesizdir;  onu anlatmak istediğinde akıl devreye girer ve sevgiyi kelimelere dökerek ifade etmeye çalışır. İman da kalbin kelimesiz konuşmasıdır, şehadet getirmekle bunu kelimelere döker. Sevgi gibi korku; şefkat, merhamet de kelimesizdirler. 

Kelime ve cümle insan bedeniyle ilgili kavramlardır; ağızdaki kelime mahreçlerinden, dilin ve dudakların hareketlerine, dış âlemde ise havanın varlığına muhtaçtır. Maddeden münezzeh olan Allah’ın kelam sıfatı elbette madde âlemindeki hiçbir konuşmaya benzemez; kudreti hiçbir mahlûkun kuvvetine benzemediği gibi. 

Kur’ân Allah kelamıdır. O’nun kelam sıfatından gelmektedir. Ve Kur’ân Allah’ın insanlara bir tenezzül-ü İlâhî olarak hitabıdır. Bunu böyle değerlendirmeyen kimseler kelam sıfatının kemalini idrakten aciz oldukları gibi, Kur’ân’a muhatap olmaktan da mahrum kalırlar. 

Ve Kur’ân mucizedir. Hiçbir sûresinin ve âyetinin benzeri getirilemez. Kelam sıfatından gelen Kur’ân’ın bu hasiyetini (özelliğini) anlamak için kudret sıfatından gelen kâinata dikkatlice bakmak yeterlidir. İnsan ne bir çiçeğin mislini getirebilir, ne bir meyvenin; ne bir arının mislini yapabilir, ne de bir yıldızın. Bunların hepsi Allah’ın kudret kelimeleridirler ve taklit edilemezler. Aynı mana kelam sıfatından gelen âyetler ve sûreler için de aynen geçerlidir. Bu hakikati konunun erbabı olan büyük âlim ve mürşitler ehil olan muhataplarına anlatmış ve ispat etmişlerdir. Nur Külliyatı’ndan İşarâtü’l-İ’caz adlı eserde bu hakikat en güzel ve mükemmel bir şekilde beyan ve ispat edilmiştir. 

Son olarak şunu da ifade edelim ki, maksadı ifade etmek için dil bir vasıtadır. Onun kullanılması ise ayrı bir sanattır. Her Türkçe bilen büyük bir şair olamadığı gibi, her Arapça bilen de Kur’an’ı tam anlayamaz.  

Kur’an Arapça olmakla birlikte Allah’ın kelamıdır; aynı topraktan insanlar çanak ve çömlek yaparlarken, Allah ise insan ve hayvan yaratır.