TR EN

Dil Seçin

Ara

Yeni Eğitim Yılına Başlarken...

Yeni Eğitim Yılına Başlarken...

Eylül ayıyla birlikte yeni bir eğitim yılına daha giriyoruz.

 

Eğitim sistemimiz çocuklarımızın ihtiyaçlarına ne ölçüde cevap veriyor? Milli Eğitim sıraları, ileriye dönük olarak düşlediğimiz insan profilini şekillendirmekte ne kadar başarılı?

 

EYLÜL ayıyla birlikte yeni bir eğitim yılına daha giriyoruz. Öğrenciler uzun bir sürenin ardından taze bir heyecanla okul bahçelerini dolduracaklar. Öğretmenler ve veliler, ilk günün getirdiği tazelikle mütebessim bir şekilde çocukları seyredecekler. Belki onların sınıflarına gidişi sırasında, anne babalar içten bir gurur hissi yaşayacak. Fakat sonra evlerine döndüklerinde çocuklarını yaklaşık dokuz ay boyunca eğitim sistemiyle baş başa bırakacaklar.

Peki, eğitim sistemimiz çocuklarımızın ihtiyaçlarına ne kadar cevap veriyor? Okullara bilgisayar sınıfları açmakla tüm mesele halloldu mu? Milli Eğitim sıraları ileriye dönük olarak düşlediğimiz insan profilini çıkarmakta ne ölçüde başarılı?

Sorulara geçmeden önce, şu tespiti yapmak zorundayız: Türk Milli Eğitim sistemi genel anlayış ve politika olarak Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ideolojik angajmanları hâlâ önemli ölçüde bünyesinde taşıyor. Her sabah içilen antlar, hafta başı ve sonunda yapılan törenler, ulus-devlet olmanın sonucu olan seküler bayramlar ve bu bayramlarda atılan ve kimsenin inanmadığı hamasi nutuklar, okunan şiirler, müfredatın hala belli bir ideolojik perspektiften hazırlanması, sözünü ettiğim yargıyı doğrulayan göstergelerdir.

Tüm bu göstergeler bize Millı Eğitimimizin ‘eski yüklerini' hâlâ sırtında taşıdığını söylüyor. Bu ilginç bir gerçek; çünkü özellikle son on yıldır Türkiye'de geçmiş sistemin taşıyıcılığını yapan yozlaşmış, hantal yapılar veya kurumlara bir bir neşter vuruluyor. Hafızalarımızı tazelememiz gerekirse, bu süreç, önce siyaset kurumunun kendisini temizlemesiyle başladı. Eskiye ait partiler tek bir seçimde barajın altında kaldılar. Ardından Kızılay bir reform yaşadı. Derken sağlık sektörü elden geçirildi. Ekonomik kriz sonrasında bankacılık ve finans sektörü önemli ölçüde denetim altına alındı. Darbe gazeteciliği sonrasında basın-yayın belli ölçüde bir düzene kavuştu. En son ordunun yeniden biçimlendirilmesine şahit oluyoruz. Ama Milli Eğitim bu anlamda ciddi bir reformasyona tabi tutulmadı.

Milli Eğitimde son yıllarda reform olarak yapılanlar, Hüseyin Çelik döneminde bilgisayar sınıfları açılması, kitapların parasız dağıtılması gibi aslında reform sayılamayacak maddi iyileştirmelerle sınırlı kaldı. Gerçekten reform anlamına gelebilecek tek uygulama müfredatın daha öğrenci merkezli hazırlanmasıydı ki, bunun da sınıf içine ne ölçüde yansıdığı son derece tartışmalıdır. Öğretmenlerimizin çoğu, yeni müfredatı eski ders işleyiş biçimine benzeterek işlemeyi sürdürdüler ve sonuç olarak sınıfta eskiden öğrenciler ne kadar söz hakkı alabiliyorlarsa bugün de ancak o oranda alabiliyorlar. Öğretmenin sınıftaki merkezî ağırlığı, anlatıcı ve otoriter konumu, buna mukabil öğrencinin pasif ve edilgen konumu olduğu gibi duruyor. Bilgiye öğrencinin kendisinin ulaştığını, hatta ürettiğini ima eden ‘proje bazlı’ müfredat örneklerine ise, yaygın anlamda okullarımızda rastlamıyoruz.

Rastladığımız örnekler genelde amaçlanan şeylerin birer karikatürü. Çocuklar bilgisayar sınıflarında bol bol oyun oynuyorlar (herhalde bilgisayar sınıflarının amacı bu değildi). Bilgiye ulaşmaktan anladıkları ise, performans ödevlerini bir internet sitesinden hiç okumadan çıktı alıp üstüne bir kapak yapıştırıp öğretmene teslim etmek.

Belki bilgisayar ve internetin negatif etkisinden bile bahsetmek mümkün. Bugün ilköğretim okullarımızda karşılaştığımız en önemli sorunlardan birini ‘bilgisayar oyunu bağımlılığı’ oluşturuyor. Genellikle aynı sınıftan öğrenciler, internet üzerinden takım olmalarına imkan veren ‘Metin 2' gibi vurdulu kırdılı oyunların müptelası durumunda. Vakitlerini bunlara harcıyorlar. Daha ileriki yıllarda facebook vs. derken tüm sosyalliğini internet üzerinden yaşayan asosyal bir genç tipi bu temel üzerinde yükseliyor. Yoksa bakanlığın reklamını yaptığı gibi yaygın anlamda çocukların bilimle bilgiyle pek ilgileri yok.

Acı ama öğrencilerimizin büyük bölümü için bilgi kendi merakları sonucunda, belki etraftan yardım alarak ama temelde kendi çabalarıyla ulaştıkları bir şey değil. Bugün bilgi deyince, eğitim sistemimizde anlaşılan şey, merkezi sınavlardaki çoktan seçmeli sorulara doğru cevabı vermeyi sağlayacak olan 'hazır bilgi'dir.

Ne gibi? Mesela Türkçe deyince hiçbir çocuk kitap okuma zevkini anlamaz. Anladığı, küçük ünlü uyumu, eğik yazı, büyük ünlü uyumu, sıfatlar, cümlenin öğeleri gibi şeylerdir. Tarih deyince de anlaşılan şey, Cumhuriyetin ilan edildiği yıl, TBMM'nin kuruluşu, savaşların adı, tarihi ve kimler arasında yapıldığı, barış anlaşmalarının şartlarıdır. Ve bu bilgilerin hepsi, kitaplarda yazılı olup, öğretmenler tarafından beyinlere doldurulur. Bu işleyiş öylesine bir teamül haline gelmiştir ki, otuz yıllık bir branş öğretmeni, otuz yıl önceki ders notlarını bugün de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde kullanabilmektedir.

Bilginin bu 'katı' hali, eğitim sistemimizin otoriter karakterinin bir yansımasıdır. Eğitime ideojik bakılan her ulus-devlette bilgi, yeni nesli şekillendirme ve dönüştürme aparatı olarak görüldüğü ve öyle kullanıldığı için üretilmiş bir bilgi olarak kalıplanır ve okullarda servis edilir.

İdeolojinin türüne göre bazı şeylerin öne çıkarıldığı, bazılarının gizlendiği, bazılarının da çarpıtıldığı bu bilgi türü maalesef bizim ülkemizde de aynen geçerlidir.

Bir misal vermek gerekirse, bugün Türkiye sathında bir ilköğretim okulunun hangi sınıfına girilirse girilsin, öğrencilerin hemen hepsi, Çanakkale Savaşlarının komutanı olarak Atatürk adını söyler. Halbuki doğrusu Alman komutan Limon Von Sanders’tir.

Sorunun vehametini anlamak için ders kitaplarının yazım şartlarını bilmekte fayda var. Belki pek çok insan bilmiyor ama örneğin bir Sosyal Bilgiler kitabı, yahut bir İnkılap Tarihi kitabı yazılırken yazara hangi noktaları vurgulaması gerektiğine (örneğin, Vahdettin'in ne ile suçlanacağı veyahut İsmet İnönü'nün hangi 'kahramanlıklarından' dolayı övüleceğine ya da Atatürk'ün matematik bilimine hangi ‘katkıları’ yaptığına) dair uzunca bir şartname verilir. Yazar kitabı ancak bu şartnameye uygun tarzda yazabilir, aksi halde Talim Terbiye Kurulu o kitabı okullarda okutmaz.

Dolayısıyla aslında ilköğretim sıralarında biz bir yazarın kitabını okumayız, bir 'ideolojik siparişi' okuruz. Ve bu nedenle söz konusu kitapların yazarları arasında ülke çapında ilmi derinliğiyle şöhret bulmuş tek bir bilim insanının adına dahi asla rastlanmaz. Sizce bu bir tesadüf olabilir mi ve adı sanı bilinmeyen bir yazar, o alanda şöhret bulmuş alim birinden daha iyi bir eser ortaya koyabilir mi?

Açıkça söylemek gerekirse, bizim eğitim sistemimizin halihazırdaki sorunu, otoriterliktir. Eğitim ve bilginin devlet otoritesi üzerinden tekçi ve tektipleştirici bir yaklaşımla yeni nesillere kazandırılmaya çalışılmasıdır. İlköğretim okullarının birinci sınıfından itibaren öğretmen ne kadar yumuşak olursa olsun, ne kadar iyi niyet gösterirse göstersin, uhdesine aldığı görevi yerine getirirken, yani müfredatı uygularken otoriter bir renge bürünmekten kendisini alıkoyamaz. Bunda, müfredatta yer alan bilgileri sene sonuna kadar yetiştirme baskısı kadar, kalabalık bir sınıfı demokratik yollarla kontrol altında tutamamasının da payı vardır.

Gerçeklen de 15 kişiyi aşan bir sınıfta mecburi eğitim yapmak ve bu eğitimi demokratik bir işleyişe oturtmak, dışarıdan zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Aslına bakarsanız. mümkün de değildir. Eğitim dünyasına yakın olan insanlar, bir sene boyunca bir sınıfa girdiği halde o sınıftaki öğrencilerin isimlerini tam olarak hafızasına kaydedemeden seneyi dolduran öğretmenlerin olduğunu bilirler. Sırf bu bile bugün okullarımızda ilişkinin nasıl bir kalite düzeyinde seyrettiğini anlamaya yeter.

Şimdi bir düşünün. Evinde annesiyle babasıyla iyi kötü yüz yüze bir ilişkisi olan çocuk, yedi yaşında okula başlayınca birden kendisini bir kalabalığın içinde buluyor. Bu çocuk kendisine yapılan haksızlıkları şikayet ettiğinde öğretmen tarafından dikkate alınmadığını gördükçe, diyaloğu keser. Burada öğretmene çok fazla sorumluluk yüklemek de doğru değildir. Onun açısından bakarsanız, sınıfta aynı anda birden fazla olay meydana gelmekte ve tek başına hepsine birden yetişememektedir. O da, adaleti eşitlikte bulmakta ve şikayetleri dinlemeyerek kendince bir eşitlik uygulamaktadır. Zaten müfredatı yetiştirmek için çocukların bu tür ilişki ve iletişim kurma kanallarını büyük oranda tıkaması neredeyse bir zorunluluktur. Ders esnasında çocukların kendi aralarında serbest bir iletişime de izin verilemeyeceğine göre, okullarımızda hem öğretmen hem öğrenciler açısından ilişki bakımından ne tür bir kapana kısılmışlığın yaşandığı herhalde anlaşılır.

Bu süreç, hem öğretmen hem öğrenci cephesinde bir bıkkınlık ve can sıkıntısına yol açar. Son yıllarda okul sürelerinin uzaması, derslerin etüdlerle birlikte sabahtan akşama kadar sürmesi söz konusu bıkkınlık ve can sıkıntısını ikiye katlamaktan başka bir netice doğurmamıştır. Zaten sürecin bu şekilde gelişmesinde, zannedildiği gibi eğitim değil, anne-babanın çocuğunu okulda daha fazla tutmak istemesi, annenin kariyer endişesi gibi faktörler rol oynamıştır. Dolayısıyla okullarımız daha kaliteli ilişkilerin yaşandığı bir yer olmaya doğru gideceği yerde, tam tersi istikamette yol almaktadır.

...

Halbuki insan hayatında en önemli şey, ilişkidir. Ve bu ilişkinin kalitesi ölçüsünde çocuklarımızın kişilik yapılarında bir gelişme görülebilir. Söylediğim şeyi daha anlaşılır kılmak için bugünün yetişkinlerine “İlkokul çağından neleri hatırlıyorsunuz?” diye sormak isterim. Cevapların çoğunun eğer topluluk karşısında bir şiir okuduysa onu veyahut bir öğretmeninden dayak yediyse onu ya da aşırı heyecanlandığı ya da mutlu olduğu bir olayı hatırlamakla ilgili olduğu görülecektir. İlginçtir, bunun dışında neredeyse hiçbir şey hatırlamayız ilkokul günlerimize dair. Neden?

Gayet basit: Çünkü hatırlamaya değecek kalitede bir ilişki kurulmadı. Ne öğretmenle, ne öğrencilerin kendi aralarında.

Dolayısıyla bugün eğitim sistemimizde gözden geçirilmesi gereken ilk konu sınıf içinde devlet merkezli otoriterlikten kaynaklanan ilişki biçimlenmesi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan kalitesiz ve fakir ilişki türüdür. Ayrıca bu tip sınıf ortamları farklı düşünmeyi, hele hele bunu sınıf huzurunda ifade etmeyi neredeyse yasak düzeyine çıkarır. Çocuklarımız kendilerini olduğu gibi ifade edemezler. Buna öğretmen de dahildir. Ayrıca öğretmen bilerek ya da bilmeyerek anlatımlarıyla öğrencilerin ne demeleri gerektiğini ve ne dememeleri gerektiğini onlara ansıtır.

...

Peki çözüm nerede?

Çözüm, devletin eğitim sektöründeki rolünü kademeli olarak küçültmesinden geçmektedir. Türkiye'de devletin eğitim ve bilgi üzerinde tekel rolünün esnetilmesine ihtiyaç vardır. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı buğday siloları gibi 1500-2000 kişilik öğrenci deposu okullar yapmayı bırakmalıdır. Okulları çok daha küçük ölçeklerde, yerine göre mahalle sakinleri, site sakinleri veya inanç grupları—eski 'mahalle mekteplerinin’ modern versiyonlarını yeniden ihya edecek şekilde—yapmalıdır. Milli Eğitim Bakanlığı ve devlet bunu yapanlara destek olmalı; gerekli para, teçhizat ve öğretmen ihtiyacını tedarik etmekle yetinmelidir.

Böylece devletin öteden beri bilinçli bir şekilde uzak tuttuğu cami, kütüphane, okul ve ev (aile) arasındaki mesafe de kapanacak ve bunlar arasındaki olumlu ilişkilerin okuldaki yaşantıya da olumlu katkıları olacaktır.