TR EN

Dil Seçin

Ara

Yeniden Yazmaya Başlarken...

Bu mahrem meseleyi yazmayı hiç düşünmüyordum. İnsanın Rabbiyle arasında öyle duygular, öyle meseleler vardır ki oraya özeldir. Yaşanır, belki işaret edilir ama anlatılmaz, sır nevinden ehline ifade edilir, umuma açıklanmaz. Ama birazdan yazacaklarımı okuyunca, belki sizin de duygularınız bana hak verecektir. Sizin de bakışınız sırra, sırlı hikmetlere karşı değişecek ve hikmetin ilanını isteyecektir.

 

Bundan bir iki hafta kadar önce, umreden dönüşümüzden bir gün sonraydı. Mescid-i Haremeyn’i birlikte ziyaret ettiğim iki arkadaşımla bir kafeterya köşesinde oturmuş sohbet ediyorduk. Konuştuk, gülüştük. Birlikte yaşadığımız hallerden, ortamlardan ve duygularımızdan söz açtık. Sonra onlara yıllar önce gördüğüm bir rüyanın öncesini ve sonrasını anlattım. Anlatırken, umrede yaşadıklarımın da etkisiyle olsa gerek, daha önce fark etmediğim bir gerçek aralanıverdi. Şaşırarak o gerçeğin izini sürdüm. İşte o izler beni buraya getirdi; şimdi burada, tuşların başındayım.

Yirmili yaşların henüz başlarındaydım. Hayatımın İslamiyet’le buluşmasının üzerinden çok bir zaman geçmemişti. O rüyanın gecesini sabaha kadar itirazlar, isyanlar ve ısrarlar içerisinde, gözyaşlarıyla geçirmiştim. Bana yollarını göstermişti O. Görmüştüm ve O’nun yoluna koyulmuştum. Oysa çevremde, benim önceki halimi yaşayan onlarca arkadaşım vardı. Neden onlara da göstermiyordu bana gösterdiği gerçeği? Hem dünyayı çok güzel yaratıyordu ve nefis gibi dünyaya sevdalı bir yoldaşımız vardı. Başımıza da iblis musallat edilmişti. Çağırıyordu ve çağrısına icabet ediliyordu iblisin. Dünyayı bu kadar güzel yaratmasa olmaz mıydı? Hem iblisi çekip alsa insanlar bölük bölük O’na tabi olmazlardı da! İstediği de zaten bu değil miydi?

Anlaşılan farklı bir bildiği vardı ki, o sabah namazı kıldıktan sonra uyumuş ve kendimi dehşetin ortasında bulmuştum. Haşir meydanındaydım ve tutuklanmıştım. Şaşkındım. Bu sonuca yol açacak ne yapmıştım ki? Meydanın boğucu atmosferinde, göremediğim iki karanlık varlık tarafından sıkıca yakalanmış bir halde cehenneme doğru götürülürken, meydanın üzerinden O’nun kapsayan sesini işittim. “Hem ona şu şu sûreleri de okuyun ki bilsin neden böyle olduğunu!” Altı surenin ismi sayılmıştı. Üçünü uyanırken unuttum. Hatırladığım üç sûre Felâk, Nâs ve İsrâ Sureleriydi.

Dehşetin etkisinden kurtulurken gerçeğin izini de görmeye başladım. Felâk ve Nâs sûreleri ‘sığınma’ emriyle başlıyordu. Ben sığınmıştım ve kurtarılmıştım. Acısını çektiğim ötekiler de sığınsalar onlar da kurtarılacaklardı. Ayrımcılık yapılıyor değildi. Kapı herkesin geçebileceği kadar genişti, ama çalanlara açılacaktı bu kapı. Yani, sığınan kurtarılacaktı, herkes değil. İlk hareket insandan gelecekti, O’ndan değil...

Bu meseleyi arkadaşlarımla paylaşırken, işte orada, her zamankinden farklı bir gerçeği hissettim. O’nun beklemesinin büyüklükten değil merhametten geldiğini; eğer insanın dönüşünü beklemese ve herkese gerçeği hemen gösterse-ki bunu yapabilir, bu durumun insanın yaratılışının arkasındaki en derin sır olan ‘özgürce tercih edebilme’yi iptal edeceğini gördüm. Anladım ki, insana bahşettiği özgürlüğün hatırına beklemededir Rabbim. Dilese, dilediği nefsi çevirmekten; istese, istediği kalbi hakka yöneltmekten aciz olmadığı halde, bir babanın evladını beklemesinden daha şefkatli bir bekleyiş içerisinde, kulunun dönüşünü beklemededir. Beklemededir, tâ ki insan, mecburiyetin esiri olarak değil, farklı ve ihtilaflı davetçilerin bulunduğu bir ortamda, kendi tercihiyle hakkın takipçisi olabilsin.

O, acziyetinden değil, hikmetinin ve merhametinin gereği olarak sabırla beklerken, insan ise farklı bir bekleme, oyalanma içerisindeydi. Sebep-sonuç, yeme ve içme, oyun ve eğlence ile daldığı uykulardan uyandıran olmadığı sürece, kendiliğinden uyanması mümkün değil gibi görünüyordu. İnsanı daldığı uykulardan uyandıran bir uyarıcı gerekiyordu... Niçin yaratıldığını insana yeniden hatırlatan, geldiği ve gittiği diyarı anlatan, yaptıklarının ve yapmadıklarının sonuçlarını gösteren biri… Tâ ki, insanın en özel yeteneği olan farkındalığı açılıp gelişsin, hakkı hak olarak görüp izini sürebilsin ve batılı batıl olarak görüp kaçınabilsin. Böylece tercihleri, yeme-içme gibi hayvanî tercihler dairesinin dışına çıkarak gerçekten ‘tercih’ olabilsin. Hayvanî kimliğinin içine sıkışıp kalmış olan o Rahmanî sır, bir tohum gibi kabuğunu çatlatarak gelişsin, ağaçlaşarak dal budak salsın, meyveye durabilsin...

İşte hal bu minvaldeyken ve insan böyle şuursuz bir dalgınlıktayken nübüvvet devreye sokuldu, risâlet olarak kendini gösterdi. İnsanlara kendi içlerinden en güzelleri, haberciler, yol göstericiler olarak gönderildiler. Böylece hem sır bozulmadı, hem de perdeler aralandı, yollar görünür hale geldi ve kabuğunun içine sıkışmaktan yorulanlar felâha erişir oldular...

İşte bu nedenle, bu âlemi şereflendiren ve iblisin iddiasının rağmına insan neslinin haysiyetini koruyarak kurtaran o insanların bu şefkatli tercihine riayeten, mahremiyeti ihlal pahasına dahi olsa yazmaya karar verdim. İdealizmle faşizmin akrabalığına yaşayarak tanık olmuş, ideallerini yitirmiş ve son beş yılını neredeyse yazmayarak geçirmiş bir insan olarak yeniden acemi ve titrek dokunuşlarla tuşlara merhaba dedim.