TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Tohum Ve Bir İnsan

Bir Tohum Ve Bir İnsan

Bir tohum ve bir insan her ne kadar farklı da olsalar, dünya maceraları birbirine çok benzer aslında. Şu dünya hayatının yollarında çoğu kez yan yana seyrederler.

İkisi de küçücük bir çekirdek olarak başlarlar yolculuklarına; küçücük ama, en küçük ayrıntısına kadar, kendilerine lâzım olacak her şeyin bilgisiyle yüklü olarak. Bir tohum nasıl yerleşirse toprağa, insan da dünyaya öyle tutunur.

Bir tohum ne demektir? Bir ağaç demektir, kainatla alışverişte olan, onun bir parçası olan bir canlı demektir. Bir tohum, gerçekte basit bir çekirdekten çok fazla şey demektir. Fakat tohum, nasıl bir tohum olduğunu bilmez. Bazen tohum olarak kalmaktan başka bir hedefi de olmaz. Gününü gün etmek tek gayesi olur. Çünkü o tohumun tohum olduğunu bilmesi, içinde neler gizlediğini fark etmesi, güneşe yönelmesiyle olur. Güneşe yönelmeyen tohum, tohum olarak kalır. Hatta o kadar da kalamaz; yitip gider. O kadar yetenek âtıl kalamaz, tohumu güneşe taşımazsa çürütür. Yani iki seçenek vardır tohumun önünde: ya çürümek, ya büyümek.

İnsan da dünyaya, hayata ve her şeye karşı cahil olarak doğar, kendini bile tanımaz. Ne olduğunu, niçin yaşadığını bilemez. Dünyaya öğrenmeye gelir; her şeyin bilgisini, her şeyin anlamını… Bilmek ışıktır, bilmek aydınlıktır. Işık ise karanlık topraktan değil, dışarıdan, güneşten gelir. Varlıkların hakikatini, hikmetini, anlamını gösteren ışık da bu dünyadan değil, vahiy güneşinden gelir. Bu karanlık, dışı görünen ama anlamı görünmeyen dünyanın da gerçeğini vahiy güneşi gösterir. Vahiy güneşinden ışık almadan bakan, sadece dünyadakini görür; başka şey de göremez. Ancak vahyin ışığı ile her şeyin gerçek anlamı ve hikmeti görülür.

İnsan bilmekle büyür; hayatının anlamını, kainatı yaratanın niçin böyle yarattığını, bütün yaşadıklarının ne anlama geldiğini bilmekle büyür. Fakat bu gayeleri bırakıp, yüzünü sadece dünyaya çevirirse, güneşine yönelmeyen tohum gibi çürüyüp gidecektir. Bu kadar yeteneğin gerçek bedeli, dünya hayatının ötesine yönelmektir. Bütün bu kabiliyetleri de âtıl kalırsa, yerinde kullanılmazsa insanı çürütür.

Tohumu orada unutmayalım. Nasıl ki güneşe yönelmeyen tohum toprağa yönelir, toprak ise tohumu çürütür. Toprağı aşamayan tohum, toprak olur. İnsan da böyledir. Niyeti, hedefi ebedî hayatına uzanmazsa, sadece dünyaya yönelirse, dünya onu köreltir, sınırlar... Bilemez nereden gelip nereye gittiğini, dünyada ne için yaşadığını; gitmekte olduğu ebedî hayatına neleri, nasıl taşıyacağını… Her şeyi kendi kendine, tesadüfen oluyor zanneder. Ve meşhur tabiriyle dünyada boğulur.

Yeri gelmişken söyleyelim; dünyanın üç yüzü vardır. Dünyanın görünen varlığı, ahirete hazırlık yüzü ve Yaratıcısını bildiren yönü. Kap içinde ne varsa onu verir; dünya kabı da eşyalarla, mektuplarla, şifrelerle doludur; bunlar, okunmayı, çözülmeyi bekler. Aynı zamanda çıkış yolunu gösteren bir bulmaca gibidir; ama eğlenmek isteyen insana gününü gün etmeyi, zevkü sefayı da vaat eder dünya. Kısacası, her isteyene her istediği vardır dünyada. Ancak unutmamalı ki, dünya iyi bir hizmetçidir, fakat aldatıcı bir efendi olur.

Tohumun kendini bilmesi için, başını topraktan çıkarması yeter; ondan sonra görür neleri taşıdığını, nelerle dolu olduğunu. Ancak güneş gösterir tohuma, gerçekte ne olduğunu.

İnsan da toprağından, dünyasından nazarını kurtarmadan gerçek endamını göremez. Düşüncelerini cehaletin zulmetli toprağından kurtarmadan, hayatının ne anlamı olduğunu fark edemez. Göz görmek için güneşe muhtaç, akıl ve kalp de görmek ve anlamak için vahiy güneşine muhtaç. Tohum toprağın altında güneşi nerden bilecek, karanlık toprakta kendini nasıl görecek…

Çekirdek güneşe muhatap olamaz, olsa olsa toprağa muhatap olur. Toprak ise ondan sürekli alır ama bir şey vermez. Zaten toprağın tohum diye bir derdi yoktur; içine gireni bozar çürütür o kadar. Güneşi bulmayan tohum, toprağa verdiklerinin karşılığında bir şey de alamaz. Güneşi bulan tohum ise, ona muhatap olur; çürümesi de görünürdedir; topraktan ancak güneşi bulduğunda faydalanır; taşıdığı güzellikler, anlamlar böylece gelişir sümbül verir. İşte o zaman tohum toprağa bir verir, ama bin kazanır.

İnsan da böyledir. Dünyasına saplanıp kalırsa, dünya ötesini bilmezse, Rabbine muhatap olamaz. Dünyaya her şeyini verir, hayatını verir, ama sonunda eline yine de bir şey geçmez. Dünya ondan sürekli alır ama ona gündelik zevklerden başka bir şey vaat etmez, veremez.

Oysa insan güneşini bildi mi, Rabbini buldu mu, Ona muhatap olur; hayatının anlamını da, kainatın anlamını da böylece çözer. O insan için karanlık biter, vahiy güneşi her şeyi aydınlatır çünkü. O da dünyada yaşar, zahiren hayatı akıp gider, elinden çıkar ama dünyaya verdiğinin sonsuz katıyla ahirette kazanır. Dünya ondan alsa da, Rabbi ona kat kat misliyle verir; güneşi bulan bir mısır tohumuna binler misliyle verdiği gibi.

İşte böyle vahyin aydınlattığı bir dünyada yaşayan insan için her şey anlamlıdır. O insan kâinatı da, Rabbinin diğer Kelâm’ı gibi okur. O zaman bilir niçin yaşadığını, nasıl şefkatle yaşatıldığını; o zaman anlar Rabbinin yarattıkları vasıtasıyla kullarıyla nasıl konuştuğunu... Böyle bir insana her an, her zaman, her bahar bir mektuptur. O da aydınlık bir dünyada her şeyi zevkle okur. Çünkü vahiy güneşi hiç batmaz, gecesi yoktur. O insan okudukça anlar, okudukça büyür. Tâ ki, yükselir, yücelir, “ne göz görmüş, ne kulaklar işitmiş,” toprak misali dünya ile kıyaslanmayacak kadar güzel bir âlemin yolunu tutar.