Duygusal zeka kavramı neden ortaya çıktı? Duyguların beynimizde maddesel varlığı var mı? Beynimizdeki biyokimyasal karşılıklarını ölçerek duygularımızı anlamak mümkün mü? Geçmiş çağlarda atalarımızın yaptığı ‘nefis terbiyesi’, bugün duygusal zeka kavramıyla ortaya çıkan ‘his terbiyesi’ ile benzeşiyor mu? Dergaha ilim öğrenmek için gelenlere “Önce Edep!” denmesi, nasıl bir anlayışa yaslanıyordu?
Algılama organı olan beynimiz, beş duyumuzla gelen (duyu), his ve fikir şeklindeki ‘duygu ve düşünce’ sinyallerini algılar. Dışsal rehber (toplum), içsel rehber (akıl ve vicdan) ile bir karar verir. Bize yol gösterir.
Duygular, fiziksel varlığı olmayan, belirsiz şeyler değildir. Geleneksel pozitivist bilim yaklaşımında hisler beş duyu ile gelen algılardan farklı idi. Maddesel varlığı yoktu. Damassio’nun eşsiz tanımı ile geleneksel bilimde beynimiz vücudumuzun tutsak bir seyircisiydi. Vücudumuzda fizyolojik düzenlemeler vardı; duygular da bu fizyolojinin, düzenlemelerin garip sonuçlarıydı. Safra kesesinin salgısı ne ise duygu, düşünce ve davranış da beynimizin bir ürünüydü. Beynin belirleyici, düzenleyici, yönetici bir rolü yoktu. Yeni bilimsel bilgilerde ise duyguların maddesel varlığı anlaşıldı. Zihinsel etkinlik denildiğinde hem vücut hem beyin birlikteliği düşünülmeye başlandı. Hatta, “acaba beynimizde aktif hale geçen ‘Excutive Gen’ yani yeni yönetici bir gen mi var?” sorusu oluştu. Zihin olarak tanımlanan fizyolojik işlemler sadece beynin değil ana vücudun ve evrensel topluluğun türevi olarak kabul edildi. (Damassio 1994)
Descartes, ‘Cogito, ergo sum’ yani, ‘düşünüyorum o halde varım’ demişti. Duyguların maddesel varlığını ve yaşama etkisini yok saymıştı. Bugün insan zihninin, kafamızın içinde bulunan fiziki dokudan tamamen ayrı bir varlık olduğu felsefenin temel taşlarından biri haline geldi. Bu görüş doğulu bilginlerin yüzyıllardır benimsediği tezi desteklemektedir. Bilinen bir gerçek ki, insan para harcarken, yatırım yaparken, evlenirken salt akılla hareket etmez sevgi, takdir edilme arzusu, güven duygusu önemli belirleyicilerimizdir.
SEVGİ VE BEYİN FELSEFESİ
Sevgi duygusunun insan beyninin özel bir işleyişine bağlı olduğunun anlaşılması, sevginin değerini ve itibarını düşürür mü? Binlerce yıldır aşk, sanat, romantizm, kıskançlık olarak bilinen ve ‘insan ruhu’ olarak isimlendirdiğimiz kavram yeniden mi tanımlanacak?
Duygularımızın beynimizde biyokimyasal karşılık bulması, duygularla ilgili ölçü aletini keşfettiğimiz gerçeğine bizi yaklaştırdı. Hangi sevgi, hangi nefret, hangi değerler bizim çıkarımızadır sorusuna artık beynimizi ölçerek karar verebileceğiz.
Duygularımızın fiziksel bir varlığının olması insanlık tarihinin hayranlık uyandıracak keşiflerinden birisi olmuştur. İnsan beynindeki karmaşık biyolojik süreçler ve sayısız bağlantılar, insanı doğru tanımamızda bize yardımcı olmaya başlamıştır. Bu konuda:
BİRİNCİ BULUŞ: Beynimizle diğer organlarımızın bir bütün içinde çalışması, komutlarını kimyasal enformasyon şeklinde dokulara göndermesi.
İKİNCİ BULUŞ: Beynimizin zihin haline gelmesi. Beş duyu, duygular, düşünceler ve çevreden gelen uyaranları algılayıp, niyetlenmiş davranışa yönelmesi sosyal çevreyi gerektirir.
ÜÇÜNCÜ BULUŞ: Beynin, zihin haline geldikten sonra kendi kendini programlaması için zihinsel etkinliğe ulaşması ve kendini yenilemesinde üstün, aşkın bir güç gerektiği fikri...
DÖRDÜNCÜ BULUŞ: Sinirbilim hakkında çok şey bilen Batı felsefesinin yaşam hakkında çok şey bilen doğu felsefesine her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğu...
DUYGUSAL ZEKÂNIN DOĞUŞU
Entelektüel algılamamızı bu kadar değiştirebilecek yeni bilgi ve buluşlar doğal olarak yeni doğrular ortaya çıkardı. Akıl ve zekâ ile çözülemeyecek sorular yeni duygu tanımlaması ile cevaplanmaya başlandı.
Kendimizi tanımamız hayatı ve varoluşu anlamamız, başkalarına anlam iletirken duyguları da aktarmamız önem kazandı.
Senelerdir iletişimin ‘İnformatif’ yani bilgi aktarımı ayağı diyebileceğimiz tek tarafı biliniyordu. Ancak insanlar bu bilgileri eyleme dönüştüremiyorlardı. Ayrıca bilgilere inanıp, kabul etmeleri yetmiyor, davranışa dönüştürüp benimsemeleri gerekiyordu. İşte bu noktada iletişimin duygu aktarım ayağı devreye giriyordu. Karşı tarafı söylediklerimizden çok söyleyiş şeklimiz ve beden dilimiz etkiliyordu.
Mesela, korkuyu sözel ifade ve aktarım tanımlayamaz. Hızlanan kalp atışı, titreyen dudaklar, hızlı solunum, el ve ayak boşalması, tüylerin diken diken olması, iç organların burkulması olmadan korkuyu anlatmak mümkün müdür? Soğuk, kuru ve nötr bir entelektüel bilgi, duygu oluşturan bazı zihinsel materyaller olmadan hiçbir sonuç vermiyor.
Aynı şekilde öfkeyi de düşünelim.
Sıkılmış dişler, kasılmış kaslar, kabaran göğüs, genişlemiş burun delikleri, hızlı bir soluma olmadan öfkeden söz edilebilir mi? İşte bunlar, duyguların aktarılması, düşünce bilgisinin duygu bilgisine dönüşmesi için zihinsel malzemeler gerektiğini gösteriyor. Bu malzemeler de serotonin, noradrenalin, dopamin gibi kimyasallar, hormonlar ve enzimlerdir. Başkalarına anlam aktarırken veya sinir sistemimizin rahatlatıcı (parasempatik) bölümünü devreye sokarken bazı kimyasallara ihtiyacımız vardır. Beynimizdeki bu kimyasalları doğru bir şekilde üretip, yönetmeyi ‘duygusal zekâ’ olarak isimlendirmek hiç de abartılı olmayacaktır.
DUYGUSAL ALIŞKANLIKLAR
Beynimizin bizi savaşmaya veya sevmeye iten akıl yürütme ve karar verme ile birlikte akıl dışı davranmamıza neden olan somut biyolojik temelleri vardır.
Nezaket ve güvenin azalması, bencillik, şiddet, alçaklık ve zalimliğin artması ile birlikte başkalarının hissettiğini anlama becerisinin (empati) zayıflaması şiddet suçlarını artırdı. Empatinin zayıfladığı durumlarda başkalarının yaşadığı acı, mutsuzluk vb. gibi psikolojik ihtiyaçlar anlaşılamaz. Empati yoksunluğunda dürtüler, kontrolden çıkmaya başlar. Benmerkezci beklentiler sosyal beklentilerin önüne geçer. Başkalarına ilgi, yardım, iyilik yapma, şefkatli olma yerine kendi çıkarını düşünme, zevkinin peşinde koşma, acımasız olma gibi değerler yaşama baskın olur.
Dürtüler, kendini eylemle ifade etmek isteyen duygulardır. Dürtüsüzlük insanı tembelliğe, acizliğe ve yalnızlığa iter. Dürtülerin aşırı ifade edilmesi ise acımasızlığa, başkalarına kötülük yapmaya, aceleciliğe, sabırsızlığa, alçakça olarak bilinen davranışlara sebep olur.
İnsanın istek ve dürtüleri ile yaptığı mücadele ve eğitim çalışması temel yaşam becerisini oluşturur. Yıkıcı, kendine zarar verici veya ölümcül riskleri sonuç veren dürtüleri zapt etmek ve şefkatli olmak için duygusal alışkanlıklar, sosyal beceriler edinilmesi gerekir. Bu konuda duygusal zekâ tanımını temel yaşam becerisi olarak popüler psikiyatriye katan Daniel Goleman şunu söylüyor: “İki ahlakî tavra ihtiyacımız var: Kendine hâkim olmak ve şefkat göstermek.”
Zehirli duyguların sigara içmek gibi fiziksel sağlığımıza zarar verdiğinin somut ve biyolojik temelleri, duygusal zekâ tanımlamasının temel gerekçelerinden birini oluşturmuştur.
Duygusal zekâ eksikliğinde depresyon, şiddet dolu bir yaşam, uyuşturucu bağımlılığı, hayat başarısızlığı gibi durumlarla karşılaşıldığı somut bir bilgi olarak önümüzde durmaktadır.
Genetik mirasımızın bize bağışladığı duygusal eğilimlerin yine bu konudaki derslerle insan beyninde duygu devreleri haline dönüştürülmesi, hislerin eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. Geçmiş çağlarda atalarımızın “nefis terbiyesi” olarak belirttikleri duygusal dersler de aslında aynı şeydi. Kendini tanımak, kendini denetlemek, diğergamlık (empati), anlaşmazlık çözme, iş birliği yapma gibi temel insani beceriler atalarımızca nasıl öğretiliyordu? İstanbul’da, Anadolu’da, bütün Ortadoğu’da köşe başlarındaki “dergâhlarda” ilim öğrenmek için gelenlere “önce edep” denilmesi duygusal hayatımızın akıllıca yönetilmesiydi. Zaten tutkularımızı, düşüncelerimizi, değerlerimizi ve yaşamı iyi yönetmek gerçekte bilge olmaktır.
Kızgın, asi, sinirli, kaygılı, dürtüsel, saldırgan tavırların azalması, nazik, şefkatli tutumların artması, akıl ve kalbin birleştirilerek eğitilmesini gerektirir. Batı terk ettiği manevi değerleri modern yaşamın kazanımlarını koruyarak ‘psikoloji’ adı altında tekrar hayata geçirmektedir. Bunun bir ifade şekli de “duygusal zekâ” kavramıdır.