TR EN

Dil Seçin

Ara

Peygamberimizin Taif Duası

Peygamberimizin Taif Duası

Peygamberimiz (asm) Taif’te çok ağır tehditlerle, hayatî tehlikelerle karşı karşıya kaldı. Öyle zor anlar yaşadı ki, ne gidecek bir yeri vardı, ne sığınacak bir kimsesi, ne de korunacak bir durumu vardı. Her taraftan ümidi kesilmişti, o anda halini sadece Rabbine açacaktı, O’ndan yardım isteyecekti. Çünkü bütün bir şehir üstüne gelmişti.

Peygamberimiz (asm) Taif’te çok ağır tehditlerle, hayatî tehlikelerle karşı karşıya kaldı.

Öyle zor anlar yaşadı ki, ne gidecek bir yeri vardı, ne sığınacak bir kimsesi, ne de korunacak bir durumu vardı. Her taraftan ümidi kesilmişti, o anda halini sadece Rabbine açacaktı, O’ndan yardım isteyecekti. Çünkü bütün bir şehir üstüne gelmişti.

Olay şöyle olmuştu:

Kureyş müşriklerinin zulüm, baskı ve şiddetlerini artırmaları üzerine Sevgili Peygamberimiz, iman davasını Mekke dışında yaymayı düşündü. Peygamberliğinin onuncu yılında (620) yanına Zeyd bin Harise’yi de alarak Sakif kabilesini İslam’a davet amacıyla Taif’e gitti. Orada akrabaları da vardı.

Ancak Taifliler, Resulullahı çok kötü karşıladılar. Alay ettiler, ağır hakaretler, iğrenç sözler sarf ettiler, “Burada ne işin var? Seni şehrimizde istemiyoruz, defol git!” naraları attılar. Şehrin serserileri, aklı ermez sefihler, ellerine taşlar tutuşturulan çocuklar ve köleler, Resulullahı linç etmeye kalkıştılar.

Bu saldırılar sonucunda Peygamberimizin mübarek ayakları kan revan içinde kaldı. Zeyd bin Harise ise gelen taşlara karşı Efendimizi korumaya çalışıyor, vücudunu O’na siper ediyordu. Kendisi de bu saldırıdan nasibini almış, başı yarılmış, her yanı kana bulanmıştı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra, o günlerde yaşadıklarının Uhud savaşından daha şiddetli olduğunu söyleyecekti.

Bu çetin şartlar altında kalan Peygamberimiz, oradan uzaklaşıp bir ağacın gölgesine çekildi, bir süre dinlendikten sonra ayağa kalktı, iki rekât namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırarak Rabbine şu hazin duayı yaptı:

“Yâ Rabbi! Kuvvet ve kudretimin en zayıf haliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim değersizliğimle Sana yalvarıyorum, Sana sığınıyorum.

“Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sen zulme uğramış bütün mazlumların Rabbisin, Sen benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana kaba ve sert davranan bir yabancıya mı, yoksa bana üstün kılacağın bir düşmana mı?

“Eğer Sen bana kızgın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Ancak Senden gelecek bir himaye ve koruma benim için çok daha hoştur. Öfke ve gazabına uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Sadece Sana sığınır ve Senin rızanı dilerim. Seninkinden başka kuvvet ve kudret yoktur!”

Yaşadığı bütün sıkıntılara, çektiği acılara rağmen Allah Resulü’nün yüreği hâlâ sevgi ve merhamet doluydu.

Rabbine durumunu en samimi şekilde arz ettikten sonra Mekke’ye doğru yola çıktı. Giderken bir an gökyüzüne baktı. Bir bulutun içinde Cebrail’i gördü. Cebrail, Efendimize bir başka meleği, Dağlar Meleği’ni gösterdi. Dağlar Meleği, Efendimizin mübarek dilinden çıkacak bir söze bakıyordu. Eğer isterse Ebû Kubeys ve Kuaykıan Dağları’nı harekete geçirir, zalimleri yok ederdi. Ama âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Nebi, bunu istemedi ve şöyle buyurdu:

“Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak imanlı bir neslin yetişeceğini ümit ediyorum.”

Allah Resulü gece vakti Mekke’ye yaklaştığında Nahle bölgesinde namaz kıldığı sırada Nusaybin cinleri oradan geçiyordu. Efendimizin okuduğu Kur’an’a kulak verdiler, ilk defa duydukları bu hakikatlerden etkilendiler, hayran oldular. Âlemlere rahmet olan Yüce Nebi’ye iman ettiler ve sonra kavimlerine döndüler, diğer cinleri de İslâm’a davet ettiler.

Taifliler Peygamberimizin davetine kulaklarını tıkadılar, ama Rabbi onu cinlerle buluşturdu. Cin taifesinin imanla şereflenmesine vesile kıldı.

Demek ki, atılan hiçbir adım, edilen hiçbir dua boşa çıkmıyordu. Yüce Allah er veya geç her duayı kabul ediyor, açılan hiçbir eli boş çevirmiyordu. Yeter ki, kul görevini bilsin, Allah’ın hikmetine itimat etsin, sonucu Allah’tan beklesin.

Allah’ın hikmetine bakın ki, on sene gibi kısa bir süre geçtikten sonra Mekke’nin fethinin ardından Taif de bir İslam beldesi oldu.

Efendimiz bir kul olarak Taif’teki duasında kendi acizliğini, kendi zayıflığını Allah’a arz etti, en içten duasını yaptı, neticeyi Allah’a bıraktı. Yüce Allah da kulunu mahcup etmedi, emeğini, hizmetini, davetini kabul etti, en güzel biçimde sonuçlandırdı.

Şunu anlıyoruz ki, Allah Azze ve Celle kulunun her duasına cevap veriyor, kabulünü de en mükemmel biçimde gerçekleştiriyordu. Bize düşen tek şey, ciddi ve önemli işleri aceleye getirmemektir.