TR EN

Dil Seçin

Ara

Taif'te Neler Oldu?

Taif'ten bugüne, bir Asr-ı Saadet dersi...

 

''Hakikat ile fıtrat ikiz kardeşler gibi sanki. İkisi ayrılığa razı gelemiyor, birbirini arıyor; ve isterse taş kalbliler arada engel ve perde olmaya kalkışsa bile, er ya da geç, birbirine kavuşuyor.

İşte Taif'ten bugüne, bir Asr-ı Saadet dersi...''

 

Mekke’de onu himaye eden amcası Ebu Talib’in ve eşi Hz. Hatice’nin vefat ettiği seneyi, Hüzün Senesi diye tarif etmiştir Resûlullah aleyhissalâtu vesselam. Bu sene, gerçekten Hüzün Senesidir; zira, o güne kadar desteklerini hep arkasında hissettiği iki ismi yitirdiği gibi, artık ‘korumasız’ kaldığını düşünen Kureyş müşriklerinin kendisini öldürme planlarıyla da yüzyüze kalmıştır. Mekke’nin kendisi için artık tekinsiz bir yer haline geldiğini gördüğünde sığınma talep etmek üzere gittiği Taif’te ise, daha da kötü bir muameleye maruz kalmıştır Hz. Peygamber. Bir anlamda, bir ‘linç’ teşebbüsüne maruz kalmış, öldürülmek istenmiş, taşlanmıştır.

Taiflilerin Allah’ın Peygamberine karşı Mekke müşriklerinin zulmünü bile aşan bu azgınlığı karşısında, Cebrail aleyhisselam, ona âlemler Rabbinin haberini getirir.

Celâl yüklü bir haberdir bu. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam eğer dilerse, kendilerine gelen peygambere böyle bir davranışta bulunan bir şehir ahalisine daha önce ne yapılmışsa, Taiflilere de yapılacaktır. Yani, eğer Resûlullah dilerse, işledikleri bu azgınlığa karşı, Taif ahalisi helâk olacaktır.

Fakat rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselam, “Onların helâk olmalarını istemem” buyurur Cebrail’e. “Bilakis, Allah’ın, onların sulblerinden, yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.”

Nitekim, seneler seneleri takip eder ve bu hadisenin üstünden geçen on sene sonra, Taif de kalb kapılarını ardına kadar İslâm’a açan bir şehre dönüşür. On sene önce büyüklerin ağzına bakıp belki Resûlullah’ın arkasından taş yağdıran Taifliler, şimdi onun yürüdüğü dosdoğru yolda onun ardısıra yürür hale gelmişlerdir.

Bu Asr-ı Saadet hatırası, çok şey anlatır bize. Taif’te olup bitenlere karşı Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın Taiflilerin helâkı yerine onların neslinden mü’min nesiller diliyor olması, her zamanın mü’mini için, özellikle de bu zamanın mü’minleri için çok dersler içermektedir.

Resûlullah, kendisini linç etmeye kalkışan Taiflilerin helâkini dilese, daha önce defalarca gerçekleşen bir hadise bir kez daha gerçekleşmiş; Allah’ın Peygamberine karşı azgınlık ve zulme kalkışan bir şehir ahalisi daha helâk olmuş olacaktı.

Ama buna karşılık Resûlullah’ın ettiği dua ile, Taif müşriklerinden ‘intikam’ını ‘en güzel şekilde’ alacaktı Allah Resûlü. Tevhid adlı en büyük hakikati tebliğ eden bir peygambere böyle çirkin karşılık veren bir topluluk için en büyük ders, az bir süre sonra kendi çocuklarının ve torunlarının bu büyük hakikatin tâbileri haline gelmeleri oldu.

Diğer taraftan, bu duasıyla, ‘fıtrat’ta kimin bir karşılığının olduğunu da gösterecekti: ‘çevre şartları’nın mı, hakikatin mi? Bugün çokça duyduğumuz üzere ailesi, anne-babasından duydukları, içinde büyüdüğü çevre, içinde yaşadığı zaman insanın hayatına büsbütün hâkim olabilir durumda olsa, Peygamber taşlayan ve taşlatan bir topluluğun içinden, o Peygambere tâbi olan bir nesil çıkabilir miydi? Oysa bu hadiseden ve duadan on yıl sonra Taif’te yaşanan, hakikat-fıtrat denkliğinin bir deliliydi. Hakikat o derece güçlüydü ki, kendilerine sözlerin en güzeli olarak Kur’ân ve hakikatlerin en büyüğü olarak tevhide davet ile gelen bir peygambere cevabı taşlamak ve linçe teşebbüs olan bir topluluğun verdiği eğitim, yetiştirme biçimi, oluşturduğu çevre şartları, her ne varsa hepsini aşarak o kaskatı kalbli insanların çocuklarının kalbine girebiliyordu. Bir diğer ifadeyle, fıtrat o derece güçlüydü ki, hakikatle arasına konulmuş her türlü engele rağmen, onu arayıp bulabiliyordu.

Sözün kısası, Taif’te yaşadıklarına karşı ettiği bu duayla, hem yaşadığımız bir kötülük ve zulüm karşısında ‘intikam’ını ‘en güzel surette’ almanın yolunu göstermiş; hem de fıtrata olan itimadı ile hakikate olan imanını ortaya koymuştu Resûl-i Ekrem.

Bu sırdan olsa gerek, ne zaman İslâm’a ve Müslümanlara, imana ve mü’minlere karşı bir bed muamele ile yüzyüze gelsem, beddua yerine, şöyle bir duaya yönelir dilim: “Allahım, bu insanlardan intikamımızı en güzel surette al. Onların soyundan, onların bu kadar kötü bir tutumla direndikleri bu hakikate gönülden bağlı tertemiz insanlar çıkar.”

Ve ne zaman, artık ‘psikolojizm’ diyebileceğimiz bir ‘ideoloji’ye dönüşür hale gelmiş zamane psikoloji, psikiyatri, pedagoji veya sosyolojisinden hareketle insanı doğup büyüdüğü çevrenin, yaşadığı ortamın, içinde bulunduğu çağın mahkûmu gibi görüp olumsuzluk ve ümitsizlik üreten ‘analiz’lerle karşılaşsam, Resûlullah’ın duasından on sene sonra Taif’te olup bitenleri hatırlarım.

Hakikat ile fıtrat, ikiz kardeşler gibi sanki. İkisi ayrılığa razı gelemiyor, birbirini arıyor; ve isterse taş kalbliler arada engel ve perde olmaya kalkışsa bile, er ya da geç, birbirine kavuşuyor.

İşte, Taif’ten bugüne, bir Asr-ı Saadet dersi…