TR EN

Dil Seçin

Ara

Güneş Balçıkla Sıvanmaz

“Bazı sözlerin muhatabı

kulaklar değil, kalplerdir.

İşitmiyorsa zorlama”

Ali Haydar Efendi

 

Üniversite yıllarımda, ODTÜ koridorlarında “işçisin sen, işçi kal” şarkılarının çalındığı, hazırlık okulumuzun duvar gazetesinde “saçmalardan seçmeler” başlığı altında Kur’an ayetlerinin yer aldığı bir dönemde, sınıf arkadaşımla kantinde çay içip sohbet ederken bir soru sordum:

“Sence şu evren nasıl oluştu?”

Aldığım cevap:

“Kendi kendine, tesadüfen…”

Masanın üzerindeki fotoğraf makinesini göstererek sordum:

“Sence şu kameranın parçaları, mercekler, diyafram, düğmeler, halkalar dağınık vaziyette burada olsa ve bu haliyle asırlar geçse, tesadüf rüzgârları ile parçaların evrilip çevrilip uygun şekilde bir araya gelerek şu kameranın oluşması mümkün mü?.. Kamera şöyle dursun, şu taktığın gözlük bile, gözlerine uygun mercekler yapılmadan, yüzüne uygun ve yakışan çerçeveyi yapan bir gözlükçü ustası olmadan kendi kendine olabilir mi? Gözlüğümüz dahi rastlantı eseri değilse, gözlerimiz, gördüklerimiz nasıl rastlantı neticesi olabilir?”

Biraz düşündükten sonra, sıkıntılı bir sesle cevap verdi:

“Olamaz… Ama tabiat ana oluşturuyor işte!”

Çay içtiğimiz masanın üzerindeki kâğıt parçasına, tükenmez kalemle bir papatya resmi karaladım ve sordum:

“Bu resim nasıl oldu?”

“Kalemle.”

Arkadaşıma tebessüm ederek şöyle dedim:

Kalem akılsız ve cahil. Tıpkı tabiat gibi. Kalemi tutan elim, görmeye aracılık eden gözüm, iradem olmasa ben bu basit resmi bile yapamam. Şuursuz, iradesiz, akılsız tabiat, ciltlerce kitaplarda anlatılıp da bitirilemeyen, hücrelerden organlara, otlardan ağaçlara, kuşlardan balıklara, atomlardan galaksilere varıncaya kadar binbir türün yer aldığı şu evreni nasıl var edebilir? Tabiat oluşturuyor yerine, gücü her şeye yeten sonsuz bir ilim, kudret, irade sahibi olan Allah yaratıyor desek, mantığa daha uygun olmaz mı? ‘Tabiat bir perde, iş gören ise ezeli kudret’ demek, akla daha yatkın değil mi?”

Sınıf arkadaşım önce yutkundu, bir resme, bir kaleme, sonra da bana bakıp şöyle dedi:

“Ama tabiat kanunları var!”

Elimi omuzuna koydum, sonra şunları söyledim:

“Mahkemelerde cilt cilt kanun kitapları var. De ki bu kitaplar kendi kendine veya tesadüfen oluşmuş. Hâkim olmadan bu kanunlar hiç iş görebilir mi? Tabiat kanunları diye okuduğumuz kanunlar, tabiattaki Allah’ın kanunları, başka bir şey değil. Hâkimler Hâkimi’nin hükmü ile bu kanunlar iş görüyor. Her şey Allah’ı bildirirken gözünü kapayan kendine zarar verir, kendine yazık eder. Güneş balçıkla sıvanmaz…”

Biraz daha sohbet edip, onu düşünceleriyle baş başa bırakarak ayrıldım.

Her insan yüz kapılı saray gibi. Dışarıdan değil, içeriden açılıyor kapılar. Vakti gelince bir sözün, bir olayın içteki yankısı, sıkı sıkıya kapalı kapılardan birinin açılışına vesile olur. İnsanın cevherindeki ışıltılar çehresini de, çevresini de aydınlatır.

Uyku taklidi yapanı, uyandırmak mümkün değil.

“Bazı sözlerin muhatabı kalplerdir, kulaklar değil. İşitmiyorsa zorlama” hakikatini dikkate almıyoruz çoğu zaman. 

Bazen, haddimizi aşıyor ve sabırsızlık gösteriyoruz. 

İletişimin önündeki engellere de pek aldırmıyoruz.

İletişimin önünde birçok mani var; insanın düşündüğü, söylemek istediği, söylediğini sandığı, söylediği ve karşısındakinin işitmek istediği, işittiğini sandığı, işittiği, anlamak istediği, anladığı hep farklı şeyler.