TR EN

Dil Seçin

Ara

Şu Çılgın Müslümanlar

Son yıllarda epey ideolojik ve bir o kadar da çarpıtılmış bir “popüler tarih yazımı” ortaya çıktı. Kurtuluş Savaşı ve onun doğal sonucu olan Cumhuriyet, sanki bugünkü ulusalcıların öncülleri tarafından kazanılmış gibi gösteriliyor. Kitapçıların “çok satanlar” listesine bakınca da, Milli Mücadele’yi “iç ve dış düşmanlar”a karşı verilmiş Kemalist bir savaş gibi gösteren çiğ başlıklar dikkati çekiyor.

Ama gerçek bu değil. Çünkü Milli Mücadele, gerçekte Türkiye topraklarındaki tüm Müslüman unsurların bir arada verdiği bir “mücahede”dir. Bu işin kahramanlarını tanımlamak için de “Şu Çılgın Türkler” yerine “Şu Çılgın Müslümanlar” demek daha doğru olacaktır.

Bunun böyle olduğunu en iyi bilen kişi, Milli Mücadele’nin lideri olan Mustafa Kemal Paşa’ydı. Onun içindir ki 1 Mayıs 1920 tarihli Büyük Millet Meclisi konuşmasında şöyle demişti:

“Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır… Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-u İslâm… yekdiğerinin her türlü ırki, içtimai, coğrafi hukukuna daima riayetkârdır.”

Milli Mücadele, sadece Anadolu değil, dünya Müslümanlarının da desteğini aldı. Evet, Arapların bazıları (tümü değil) bağımsızlık vaadiyle I. Dünya Savaşı’nda İngiliz safına geçmişti. Ama İslâm dünyasının genelinin kalbi Türkiye’deki dindaşlarının zaferi için atıyordu. Hint Müslümanları arasında gelişen Hilafet Hareketi, büyük meblağlarla para toplayıp Ankara’ya gönderdi. Prof. Azmi Özcan’ın Osmanlı, İngiliz ve Hint arşivlerinde yıllarca çalışarak yaptığı araştırma, altkıtadan Türkiye’ye ulaşan bu yardımın 6 milyon sterlini bulduğunu gösteriyor ki, bu muazzam bir rakamdır. Fakir Hindistan’ın fakir Müslümanlarının büyük özverisini gösterir.

Ama ne yazık ki tüm bunlar kısa sürede unutuldu. Dahası unutturuldu da. Varlığını büyük ölçüde Müslüman inancına ve değerlerine borçlu olan Cumhuriyet, şaşırtıcı bir “u dönüşü” yaparak, “çağdaşlık” adına İslamiyet’e ve Osmanlı’ya tavır aldı. O nedenle de benimsediği laiklik anlayışı, “efkâr ve itikâdât-ı diniyeye hürmetkâr” olan Terakkiperver Fırka’nınki gibi olmadı. Hayran olduğu Fransız Devrimcilerininki gibi sert ve baskıcı oldu.

Umuyorum ki artık Cumhuriyet’in olgunlaşma, gerçeklerle yüzleşme ve yaraları sarma zamanı gelmiştir. (M. Akyol, Star Gazetesi)

 

***

 

G. W. Bush’un Ardından…

Bu yıl 109 profesyonel tarihçi arasında yapılan bir anket, % 61’inin George W. Bush’u Amerikan tarihinin en kötü başkanı olarak değerlendirdiğini ortaya koydu. Bazıları da, Bush’u, beceriksizliği İç Savaş’ın zeminini hazırlamış James Buchanan’ın ardından ikinci en kötü seçti. Ankete katılan tarihçilerin % 98’inden fazlası Bush’un başkanlığını bir başarısızlık olarak gördüğünü ifade etti. Bush’un başkanlığı, herhangi bir yolsuzluk ya da rüşvet skandalı yüzünden değil, büyük ölçüde ABD’yi zorla uluslar arası toplumun dışına ittiği için çöktü. Kovboy diplomasisi ABD’yi ‘yalnızlaştırdı’. Bush bir süper gücü, haydut bir ülkeye dönüştürdü.

İşte bu yüzden, Başkan Barack Obama’nın birinci önceliği şu: Dünyaya yeniden katılmak. Bunun için en başta, Guantanamo’yu yalnızca kapatmakla kalmayıp burayı yoksul ülkelerin başına bela olan tropikal hastalıklarla ilgili araştırmalar yapılan uluslar arası bir merkez haline getirmelidir.

Yeni başkan, ayrıca sorunlarını silahla çözemeyeceğini bilmeli. Zaten dünyanın önünde öyle sorunlar var ki, iklim değişikliğini bombalayamazsınız. Kamu diplomasisine ve sosyal yardıma çok daha fazla önem verilmesi gerekiyor. Yeni başkan kendisine Afganistan ve Pakistan politikasını da sormalı. Üsame bin Ladin’in Pakistan’daki desteğinin (% 34), Amerika’ya verilen desteğin neredeyse iki katı (% 19) olmasının nasıl bir rezalet anlamına geldiği iyi analiz edilmelidir.

 

Bush’tan inciler

“Bizim üçüncü önceliğimiz, eğitime birinci önceliği vermektir.”

“Bu sizin paranız. Bunu kazanmak için para ödediniz.”

“Görebildiğinizi düşündüğünüz şeylerin görünmeyen yanlarını göremezsiniz.”

“Irak’ta işler iyi gitmiyor galiba.”

 

***

 

Kapitalist köktencilik, çok daha ciddi bir tehdit

Batı, İslâmcı köktenciliği dünyadaki tek sorunmuş gibi yansıtsa da, kapitalizmin materyalist köktenciliği çok daha tehlikeli. Bazı olumlu taraflarına rağmen, Batı medeniyetinin tehlikesi paranın yeni bir din haline gelmesinde yatıyor.

Gerçekten de şu an yaşananlar bankacılık krizinden önce, bir ahlâk skandalıdır. Kapitalizmin çirkin yüzü ortaya çıktı.

Aslında bugün sorulması gereken soru şu: Zalim kapitalist küreselleşmenin, insanî yüze sahip bir küreselleşmeye dönüştürülmesi mümkün mü? Papa Fransız aydınlarına yaptığı konuşmada bu konuyu bütün açıklığıyla dile getirdi ve modern Batılı toplumlarda paranın kölesi olunmasını kınadı. Bazıları dinin Batı’da bittiğini ifade ediyor ve bu büyük ölçüde doğru. Fakat sorun dinin yerini başka yeni bir dinin alması. Eski Hristiyan köktenciliğinin yerini kalpsiz, insanları ezen kapitalist köktencilik aldı.

Üslubu kendi çağındaki zenginleri kınayan Jean Jacques Rousseau’yu hatırlatan İsviçreli bir düşünür şöyle diyor: “Bugün dünyanın zenginlikleri toplam nüfus olan 6 milyarı değil, 12 milyar kişiyi doyurmaya yeter. Bununla birlikte, açlık özellikle de Afrika, Asya ve Latin Amerika’da her yıl milyonlarca insanın canını alıyor. Bu akıl kârı mı? Bu durum ahlâkî açıdan kabul edilebilir mi? Batı bu aç insanlar kapısında dururken kendi medeniyetiyle övünebilir mi? Kalbi ve duygusu olmayan soğuk bir medeniyetin ne anlamı var?”

Bir televizyon programında, Henry Ford ve diğer ilk kapitalistlerin birçok modern kapitalistten daha iyi olduğu ifade ediliyordu. İlk kapitalistler şirket sahibinin maaşının, yanında çalışan bir işçinin maaşının 25 katı olmasının yeterli olacağını söylüyordu. Zira bir işçinin maaşı 1.000 liraysa, işvereninki 25.000 lirayı aşamaz.

Fakat şimdiki kapitalistler buna gülüyorlar. Zira Fransız veya Amerikan şirket sahiplerinin maaşları işçilerin maaşlarının 200 ve hatta 5000 katını aşmakta. Kapitalizmin materyalist köktenciliği burada saklı.

Ve her şeyden önce, dünya bununla mücadele etmek zorundadır.

 

***

 

Kürtaj kadınların beden ve ruh dengesini bozuyor

Bir bebeğin gelişip büyümesi için her türlü imkânın hazır olduğu ve dünyanın en güvenilir yeri olarak bilinen ana rahmi, bu çağdaki kadar güvensiz hale gelmiş midir acaba? Oradan yükselen sessiz çığlıkları duyuyor muyuz?

O çığlıklar ki, meğer istenmiş de olsa kürtaj neticesinde kadınların beden ve ruh sağlığını olumsuz etkileyerek bir mesaj veriyor aslında.

Kadın doğum ve psikiyatri uzmanları kürtajın, kadınlar kendi isteğiyle yaptırmış olsa bile, beden ve ruh dengesini bozduğunu söylüyor. Kürtaj yaptıran birçok kadın ömür boyu bunun acısını ve pişmanlığını yaşıyor.

Kadınlar kürtajdan inançları ve hayata bakış açılarına göre farklı düzeylerde etkileniyor. Kimisi, Allah’ın verdiği bir canın yok edilmesini istediği için büyük bir vicdan azabı duyuyor, ağır depresyon yaşıyor. Kimisi ise kürtaj yaptırdığı halde umursamaz görünüyor.

Bununla birlikte, Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, iki tarafın onayı ve isteğiyle yapılmış olsa bile kürtajdan hiç etkilenmeyen kadının olmadığını belirtiyor. Çünkü bebek küçük bile olsa salgıladığı hormonlarla hamilelik durumuna geçen vücuda beklenmedik bir müdahale yapılmış oluyor. Bu yüzden, bir kadın psikolojik ve duygusal olarak kürtajı kabullenmiş olsa bile vücudunun dengesi bozuluyor.

Kadınların yaşadığı duygusal durum, bebeğin kürtaj edilme zamanına göre de değişiyor. Bebek ne kadar büyümüşse etkilenme de o kadar ağır oluyor.

Psikiyatr Armağan Samancı, şuna dikkat çekiyor: “En büyük sıkıntıyı karar verirken ikilemde kalan, sonunda eşinin, ailesinin, çevrenin baskısıyla kürtaj kararı alan kadınlar çekiyor. Kendisi karar vermiş olsa bile ‘kayıp reaksiyonu’ yaşıyor.

‘Aldırmasaydım şu yaşta olacaktı’ diyor, ona aldığı eşyaları saklıyor, hamile birini görünce üzülüyor, çocuk özlemi çekiyor. Bu tarz kişilerde anksiyete bozuklukları denilen panik atak, evham ve depresyon sık görülüyor. Bunlara yas duygusu da eklenince şikâyetleri artıyor ve hayatı ciddi anlamda etkilenip bozuluyor.”

Kürtaj belki bir anlık, geçip gidiyor ama annenin yüreğinde kalan acı hiçbir zaman geçmiyor. Kürtajı düşünen kadınlar dünyanın bu en ağır yükünü taşımaya hazır olmalı.

 

***

 

Yumurtaya iade-i itibar

Yumurta yıllardan beri içerdiği yüksek kolesterol yüzünden “kalbin düşmanı” olarak gösteriliyordu. Pek çok ünlü doktor, hastalarına pastanın üzerine sürülen yumurtayı yemesini bile yasaklıyordu.

Ancak hem yurt içinden hem yurt dışından gelen açıklama ve araştırma sonuçları, yumurtanın kalbe zararlı değil, yararlı olduğunu ortaya koydu. Araştırmalara göre, yumurta insanlarda kan kolesterol seviyesinde önemli bir artışa yol açmıyor. Üstelik, yumurta HDL’yi (iyi kolesterol) 3-4 miligram yükseltiyor. Hastaya zarar vermiyor.

Bilindiği gibi, daha önce de tereyağına iade-i itibar edilmişti. Peki tıp dünyası neden yıllar sonra ortaya attığı fikirlerden çark ediyor? Nedense bunun üzerinde pek duran yok.

Gün geçtikçe şu gerçek açıkça ortaya çıkıyor ki, tabiatı eksik bir yaratma olarak kabul eden burnu büyük felsefeciler gibi, bilim ve tıp insanları da insan bedeninde kendi akıllarına oturtamadıkları her şeyi bir eksiklik veya hastalık olarak kabul etmişler vakti zamanında. Şimdi de, tek tek bu hatalarından dönmeye uğraşıyorlar.

 

***

 

“Öyle bir dünya ki bu…

Yoksullar parasız ne yapacaklarını…

Zenginler de parayla ne yapacaklarını bilemiyor artık!”

— Haşmet Babaoğlu, küresel krize yol açan paranın, zenginlere de nihai anlamda mutluluk getirmediğini dolaylı biçimde böyle ifade etmiş.