“Kendini orta yere pey akçesi olarak koymayanlar, kendilerine manevi bir değişimin izini sürmeyenler bizzat problemin kaynağıdır. Kökü herkesin kendi manevi terbiyesinde saklı bir değişime talip olmaktan geçiyor her şey!”
Son zamanlarda toplumda şiddet eğiliminin arttığına tanık oluyoruz. Şiddet, okula da indi bildiğiniz gibi. Bize öncelikle şiddetin bir tanımını yapabilir misiniz?
Son zamanlarda şiddet artmadı aslında, şiddet kuvveden fiile çıktı. Olgunlaşan sivilceler patlamaya başladı. Toplumların genel işleyişinde, kısa vadeli, dönemsel, anlık gibi gözüken gelişmelerin, bir birikimin, tortulanmanın, mayalanmanın zirveleştiği noktada görünür hale gelmesi vardır. Buna bir tür ‘sosyal fıtrat’ diyebiliriz kanaatimce. Dolayısıyla son zamanlarda toplumda şiddet görünür hale geldi, evet, ama bu biriken bir cerahatin bulduğu en zayıf noktadan patlaması gibi bir durum. Cerahat içerdeyken, bünye ağır bir ateşlenme, yoğun bir iç mücadele yaşar ki bu kendini dengeleme çabasının (bir tür ‘sosyal homeostatis’ten bahsediyorum) ifadesidir. Ama cerahat en naif noktadan patlar. İşte bu patlama alanlarından biri okuldur, hatta ben cerahati peydahlayan mikrobun yuvalandığı mekanların bizzat okullar olduğu kanaatindeyim. Yani, ‘şiddet okula da indi’ denemez, okulun bizzat kendisi, yani talim ve terbiyenin açık denizlerinden ‘milli eğitim’in sığ sularına demirleyen köhne savaş gemisinin demirleri paslı; ve bu pas yaklaşık yüz yıldır fiilen zehir üretiyor...
Şiddeti hâlâ tanımlamadınız...
Farkındayım (Gülüşmeler...)
Şiddetin bir tanımını yapmaya çalışırsak, öncelikle insan fıtratında üç temel öğenin altını ilim ve tefekkür geleneğimizden hareketle çizmemiz gerekir: Akıl (Kuvve-i Akliye), Şehvet (Kuvve-i Şeheviye), Gadap (Kuvve-i Gadabiye)... Bu kuvveleri dengede tutan temel unsur Kalp ve kalbin bir fonksiyonu olan Vicdan’dır. Toplumu oluşturan tek tek ferdlerin (birey demiyorum çünkü, birey modernliğin ürettiği insan tipine denk düşüyor benim dünyamda) kendi dünyalarında kalbin ve vicdanın bozulmasıyla akıl, şehvet ve gadap kuvveleri arasındaki ahenk ve denge kaybolur. Bunları ahenk ve dengede tutan kalp ve vicdandır. Kalp ve vicdanın dizginlerinden kurtulan Akıl, zıvanadan çıkmış müfrit ve tahripkar düşünme ve bilim üretmenin kaynağı haline gelirken, Şehvet dengesiz duyguların ve aşırı tutkuların tutsaklığına mahkumiyeti doğurur; ve Gadap, ani öfke patlamaları, eşyaya ve insana karşı yoğun bir agresivite, müthiş bir tahammülsüzlük kaynağı haline dönüşür.
İşte böylece her alanda, yani gerek düşünce ve bilim, gerek duygular ve tutkular, gerekse normal etkiler ve tepkiler alanında sapmalar ve anormallikler baş gösterir. Yani her alan kendi içinde şiddet üretmeye başlar. İnsandan aileye, aileden topluma doğru her alanda şiddetin kara baharı gri çiçeğini açtırır. Edebiyat, sanat, bilim, düşünce, medya, eğitim, ticaret gibi tüm canlı alanlar kendince şiddet üretir hale gelir... Pek kısa olmadı ama şiddetin tarifini de böylece yapabiliriz.
Örnek verebilir misiniz? Daha somutlaştırmış oluruz...
Örneğin, toplumda yaygın eğitim kaynaklarını kurutur, örgün eğitimdeki öğretmenleri rutini tatbik eden basit memurlar seviyesine indirir (ki öğretmenin entelektüel bir vizyonunun olması zorunludur), okullarda sadece formel bilgiler verip ahlak ve vicdan eğitimini ihmal ederseniz, ortaya en fazlasından çok kaliteli manyaklar, nitelikli soyguncular, his yoksulu bilgi simsarları filan çıkarırsınız.
Peki nasıl bir ruh hâli şiddeti üretiyor?
Şiddeti üreten ruh hâli bendenizin ‘derinleşen acziyet duygusu’ diye ifade ettiğim, olaylar ve gelişim seyirleri karşısında kendini müthiş derecede aciz hisseden kitlelerin isyanından neşet etmektedir. On yedi yaşında bir genç olduğunuzu düşünün, sizin dışınızda birileri ÖSS diye bir sınav koymuşlar, bu sınava girmek istemiyorsunuz ama mecbursunuz, bunu değiştirmek istiyorsunuz ama yapacağınız bir şey yok. Cebinizde paranız yok ki dershaneye gidesiniz, babanız ölesiye çalışıyor ve karnınız ya doyuyor ya doymuyor. Geleceğinizi pek aydınlık görmüyorsunuz, bu çarkı kırmak istiyorsunuz ama sizin dışınızda kurulmuş bu sistem işlemeye devam ediyor. Çaresiz hissediyorsunuz kendinizi. Adam yerine konulmak istiyorsunuz ama sizin dışınızda oluşmuş kimi örf, âdet ve gelenekler, toplumsal kurallar buna müsaade etmiyor (askere gitmeyeni adamdan saymıyorlar). Kendinizi bir ‘hiç’ gibi hissediyorsunuz. Okula geliyorsunuz, bir kışla düzeni içinde, zekanız sözele yatkın diye eskitüfek hocaların nezdinde embesil muamelesi görüyorsunuz, buna içerliyor, öfkeleniyor, bu düzeni değiştirmek istiyorsunuz ama betondan bir duvara tosluyorsunuz. Siyaset adil olsun, gelir paylaşımı insaflı olsun, faili meçhul cinayetler olmasın, demokrasinin semâlarında demirden kuşlar dolaşmasın istiyorsunuz ama hamam, tas ve dahi kuma hep aynı... Daha da uzatayım mı?
Sanırım bu kadarı yeterli.
Bu şartlar altında ne hissedersiniz? Derinleşen, derinleri deşen bir acziyet, yani hiçlik duygusu. Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan ne beklenir? Kedi iyice köşeye sıkıştığını hissederse tırnakları çelikten bir tırpana dönüşmez mi? Sorarım size... “Peki ya ekonomik ve sosyal açıdan iyi imkânlara sahip olanların dünyasındaki şiddete ne demeli?” diyebilirsiniz... Tüketim susuzluğu, tuzlu su içmekle susuzluğu artırmak benzetmesindeki gibi ruh halinin meyvesidir bu da. İçtikçe susar, susadıkça içersiniz. Kanmadığınızı gördükçe daha da hırslanır, panik yapar, sinirlenirsiniz. Ruhundaki boşluğu ve acıyı jilet darbelerinin çokluğuyla ve derinliğiyle gidermeye çalışan kişinin ruh haliyle, içinin anaforunu daha çok sahip olmak, daha fazla tüketmekle dindirmeye çalışan kişinin ruh hali bence aynıdır.
Biraz değişik bir soru soracağım. Şiddet her zaman kötü bir şey midir? Adalet yerine getirilirken uygulanan ceza da yerine göre bir şiddet ise, biz hangi şiddet türünü kınamalıyız?
Şiddet kelimesinin çok geniş çağrışımları var, bu kelimeyi hangi makamda, neye işaret olarak, ne maksatla kullandığınız çok mühim. Örneğin, ‘şiddetli bir merak ve hayret duygusu’ ifadesindeki gibi bir konumda kullanırsanız, elbette ‘şiddet’ olumlu bir anlama işaret eder. Ama meşhur anlamıyla ele alacak olursak, yani ‘gadap kuvvesinin, diğerleriyle birlikte kalbin ve vicdanın kontrolünden çıkıp dengesizleşmesinin ferd ve toplumdaki yansımaları’ anlamında ele alırsanız durum başkalaşır. O zaman adalet yerine getirilirken uygulanan cezaya ‘şiddet’ diyemezsiniz... Ya ne dersiniz?: Yerini bulan adalet.... Şeriatın kestiği parmak işte bu yüzden acımaz... Fakat kovboyun yaptığı idam bir şiddettir... Bu da ayrı mesele...
Şiddetin psikolojik sebepleri olduğu gibi kuşkusuz toplumsal nedenleri de var. Son zamanlarda toplumumuzda hangi nedenlerin şiddeti azdırdığını düşünüyorsunuz?
Özellikle 80’li yıllara kadar toplumu bir arada tutan faktörler, içi boşalmış, özü gitmiş kabuğu kalmış, dini kaynağından uzaklaşıp bulanıklaşmış gelenek, görenek ve örfler idi. Kapalı toplum ve kapalı ekonomik modelden kaynaklanan bir tür sosyal denetimdi. 80’li yıllardan sonra bu denetim hızla çözüldü, buz satan adamın buzları güneşi görünce hızla erimeye başladı. Zaten tüketime, serbestliğe ve dünya nimetlerine aç olan bir toplumun çelik yay gibi gerilmiş talepleri zincirlerinden boşandı. Geleneksel denetim yapısının çözülmesiyle birlikte yerine başka bir denetim mekanizması (örneğin ‘manevi idealler’ gibi) kurulamayınca, büyük bir enerji dalgası boşlukta vınlayarak dönmeye başladı. Bu dalga sanıldığı gibi son zamanlarda yükseldiği iddia edilen milliyetçilik vs. gibi eğilimlere indirgenemez. Türkiye’de bilindik anlamda milliyetçilik hiçbir zaman rasyonel bir temele oturmamıştır, daima duygusal, indi, herkesin kendine özgü bir mahiyette olmuştur. Yani teorisiyle, pratiğiyle dört dörtlük bir milliyetçi gruptan bahsedilemez. Herkesin milliyetçiliği kendine göre... Bugün Kemalisti de, İslâmcısı da, solcusu da, sağcısı da kendine göre bir milliyetçilik üretebiliyor ve hatta bazı ortak paydalarda buluşabiliyorlar... Buna yurtseverlik, hemşehricilik, vatan, bayrak, toprak gibi pek çok yaklaşımlar temelinde anlamlar yüklenebiliyor.
Aslında bu konu hakkında söylenebilecek daha çok şey var, ama son bir soruyla röportajı sonlandırmak istiyorum: Bahsettiğiniz 80 sonrası durumda, insanımızın kendi iç ruh yapısı ile toplumsal yapı arasında ahlâklı bir denge noktasına gelmesi için ne tür bir reçete yazarsınız psikolojiden de anlayan bir sosyolog olarak?
Efendim, öncelikle belirtmek isterim ki reçete yazmanın kendisi de bazen sorunlu bir eylem olabiliyor. Söz gelimi Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ülkeyi kurtarmak için hep basite kaçan reçeteler imal edildiğini görüyoruz. Zihnimizin bir tarafında kolaycılığa yatkın bu eğilimin farkında olarak, şimdi gelelim sadede.
Âlemin merkezi insan, insanın merkezi kalptir. Kalp, niyet ve duyguların da merkezidir. Niyet ve duygular, davranışların ruhu gibidir. Bu ruha göre eylemler şekillenir. Dolayısıyla, kökü herkesin kendi manevi terbiyesinde saklı bir değişime talip olmaktan geçiyor her şey... Bu ‘talip’ kelimesine dikkat çekmek isterim. Kendimizi merkeze aldığımız, ben değişirsem âlem değişir’ anlayışından hareketle, merkezden muhite doğru seyreden bir çözümün peşinden yürümek icap ediyor.
Bu manada herkesi kendinde bir değişime davet etmek gerekiyor, bunu bütün yolları kullanarak dillendirmek icap ediyor. Toplumları iman, hakikat, marifet yönünde değişime yönlendirebilenler, her zaman bu değişimi önce kendi nefsinde yaşayanlardır. Unutmayalım, yangını başlatan bir kıvılcımdır. Haysiyetli, şahsiyetli, ilmiyle amil olan bir kişi çok şeydir. Hakikate adanmanın, ilmini nefsine tatbik etmenin kitleler üzerindeki tesiri hayal bile edilemez. Bir İmam Gazalî, sırf ilmini önce kendine tatbik ettiği için hâlâ zihinleri ve gönülleri etkilemeye, bir Mevlânâ hakikate adandığı için hâlâ irşad etmeye devam etmektedir. Bediüzzaman bir kişi olarak başladığı yürüyüşüne bugün milyonlarla devam ediyor. Din ve hakikat kişiler üzerinden yürür, değişim ve çözüm de beraberinde gelir.
Bu cevabın zımnında düşünecek olursak, kendini orta yere pey akçesi olarak koymayanlar, kendilerine manevi bir değişimin izini sürmeyenler bizzat problemin kaynağıdır. Meşhur sözü hatırlayalım: “Bu memlekette önce kurtarıcılardan kurtulmak gerekiyor.” Çözümün bir parçası değilseniz, o zaman sorunun bir parçasısınız. Ben son söz olarak herkese şu âyeti hatırlatmak isterim:
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d, 11).