Gözünüz aydın! Açık saçıklığın ahlâksızlık sayıldığı günler geride kaldı. Artık açık saçıklığa ahlâksızlık diyenler, ahlâksız sayılıyor. Son yıllarda bu değer(sizlik) o kadar yerleşti ki, karşısında hiçbir güç duramıyor. Modern cahiliye kuvvetleri, âdeta ringde rakibini yere sermiş boksör gibi, önüne çıkan herkese sahayı dar ediyor.
Toplumun “genel ahlâk”ını savunma durumunda olan idareciler bile, özür dileyici bir dille konuşuyorlar. En son geçen ay İstanbul Belediye Başkanı’nın bazı firmalarla aralarında bilboard reklâmları dolayısıyla gerçekleşen “mayo savaşları”nda nasıl yere serildiğini hep beraber gördük.
Gerek yaşanan bu son olayda gerekse öncekilerde, açık saçıklık konusunda eksik kalan, bu konunun akl-ı selimle bir türlü ele alınamıyor olması. Genellikle muhbir gazetelerin ağır itham ve kınamalarını takiben atılan geri adımla konu kapanıyor.
Öte yandan, hakikaten çok dallı budaklı bir konuyla karşı karşıya olduğumuzu da kabul edelim. Açık saçıklıktan (veya aynı madalyonun diğer yüzü olan “tesettür meselesi”nden) bahsettiğiniz anda ahlâktan, kadından, kadın psikolojisinden, cinsellikten, şehvetten, kadın-erkek ilişkisinden, Doğu-Batı kültür farklarından, dinden, toplumsal ahlâktan, genel ahlâk kurallarından, hukuktan, tarihten, psikolojiden, farklı dünya görüşlerinden, kısacası kadının ne kadar merkezî bir öneme sahip olduğunu ima eden pek çok alandan bahseder hale geliyorsunuz.
Bizim ülkemiz gibi halkın çoğunluğu Müslüman ama onları değiştirmeye çalışan bir seçkinci azınlığın olduğu ülkelerde ilave bir sorun, tarihsel geçmişle ilgili. Tanzimat döneminden sonra Rum kızlarının Pera Caddesi’nde başı açık gezmesiyle start alan ve Cumhuriyet devrimleriyle hız alan açılma serüveni, geçen bir yüzyıl içinde çok farklı bir noktaya geldi. Bir yirmi yıl öncesinde dahi kolu açıklık bir iffetsizlik işareti iken, bugün kolu açmadan sokağa çıkana rüküş muamelesi yapanlar var. İffetsizliğin sınırı neredeyse bikininin sınırlarına kadar indi.
Sakal ve tesbihle birlikte Osmanlı kadınının giydiği çarşaf, Cumhuriyet kurucuları tarafından “şeytan işi” ilan edilmişti. Cumhuriyet’in aydınlık geleceğini ise çağdaş giyimli, başı açık, ufka bakan kadın temsil ediyordu. Bu, elbette boşuna değildi. Toplumsal bir dönüşüm, kadını dönüştürmeden olmuyordu. İlginçtir, o gün tesettürü negatif simgeleştirmeye tabi tutanlar, bugün başörtüsüne “siyasi simge” yakıştırması yapıyor. Zihniyet aynı. Halbuki başörtüsü takanların kendisi böyle bir nitelemede bulunmuyor. Hem sonra simge kavramı, nasıl bir anlama sahip ki bu kadar kötülemeyi hak ediyor?
Öte taraftan, elbette tesettürün siyasi olmasa da bir “simge” niteliği taşıdığı kuşku götürmez. 1400 yıldır İslâm’la şereflenmiş toplumların Müslüman olduğunun simgesidir tesettür. Fakat Müslüman hanımlar tesettür emrini simge olsun diye değil, Allah emrettiği için yerine getirirler. Hikmetine gelince, en başta gelen hikmeti, kadının toplumsal hayata erkeklerle eşit şartlarda katılmasını sağlamasıdır. Bu sayede hem tesettürlü hanım kendisiyle kişiliği üzerinden ilişki kurulduğunu bilir, hem de erkekler açık saçıklığın ayartıcılığından korunmuş olurlar.
Tesettürün içteki bu işleviyle beraber, dışa dönük işlevi, esas o “simge” niteliği taşır. Yabancı biri, gittiği yerin bir İslâm beldesi olduğunu minarelerinden sonra, kadınların giyiminden anlar. Bu giyinme, ona birtakım sınırların varlığını haber verir. Günümüzde ise tesettür, seçkinci azınlık kültürü hâkimiyeti nedeniyle içeride bile dışarlıklı bir muamele görüyor. Yabancıların onu simge olarak algılaması son derece normal. Ya içerideki birileri de onu simge olarak algılıyorsa, bu onların da “yabancı” kategorisine ait olduklarını ima etmez mi?
Bugün tesettürü çağdışı, açıklığı çağdaşlık olarak lanse edip tartışmaya katılan az ama sesi çok çıkan grup ve onlara sırf sınıfsal çıkarları gereği destek veren bürokratik elit, zihinlerinde derin bir siyasi tarih bilinciyle hareket ediyorlar. Son derece politize olmuş durumdalar. Dolayısıyla bir mayo reklâmını tartışırken (zahirde göründüğü gibi) sadece açılık ve ahlâk arasındaki ilişkiyi veya bir genel ahlâk konusunu tartışmıyoruz. Bir siyasi tarih okumasının kendilerini koyduğu safta, o safta olmanın bilinciyle konuşanlarla muhatap oluyoruz. Tavırlarında görülen hırçınlığın sebebi de bu siyasi bilinç.
Hırçınlığın diğer bir sebebi ise, alabildiğine “psikolojik” bir düzlemde gelişiyor. Kendilerini çağdaş hayat tarzına uyduran bayanlardan bir kısmı, dinî skala içinde kendilerine ayrıcalıklı bir konum takdir edilmediğinin farkında oldukları için tesettürden rahatsız oluyorlar. Tesettürün görünürlüğü, bu farkındalığı hatırlattığı ve (belki de) “suçluluk hissi”ne neden olduğundan, bu kesim nezdinde tesettür bir “öfke nesnesi”ne dönüşüyor. Tesettürün temsil ettiği değerler sistemi, bu kişileri âdeta çıldırtıyor.
Fakat bu onların problemi. Bulundukları yerin meşruiyetini sağlamak görevi kendilerine düşer. Şu ise hepimizi ilgilendiriyor: Acaba örtünme meselesi, öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi, sadece siyasi bir sorun mudur? Yoksa ondan önce kadınla, kadının yaratılış özellikleriyle ve ahlâkla ilgili bir sorun mudur? Eğer ikincisiyse—ki öyle olduğuna kuşku yok—o zaman konuyu önce bu düzeylerde konuşmamız gerekmiyor mu?
Örneğin, kadınlar dekolte bir kıyafetle sokakta yürürken karşıdan gelen her erkeğin kendilerine ilgiyle bakmasından fıtraten hoşlanır mı? Kısa etek giymeyi kendisi tercih ettiği halde ikide bir uzatma refleksi gösteren bayanlar, yabancı erkek bakışlardan çekindiklerini ihsas etmiyorlar mı? Kadınların hepsi manken vücutlu olmadığı, çoğunluk yaşlı ya da yeterince güzel olmadığına (olanlar da bir gün yaşlanacağına) göre, bunlar vücutlarını teşhir etmeyi mi yoksa gizlemeyi mi uygun bulurlar? Bu noktada vücutların gizlenmesi gibi makul ve kolay yol mu seçilmeli; yoksa âdeta yaratılışa meydan okurcasına estetik cerrahinin ve Cosmopolitan dergisinin rüyalarını süslediği gibi tüm kadınları manken ölçülerine getirmek yolu mu seçilmeli? Hem sonra, yaratılış olarak kadınlar erkeklerden daha güçlü mü, yoksa zayıf mıdır? Psikolojik olarak kadınların özellikle yabancı erkeklerden çok çekinmeleri ama bağlandıkları erkeklere güvenli bir liman gibi sığınmaları, onların fıtraten zayıflığına işaret etmiyor mu? Eğer ediyorsa, kadını erkekleştirmeye çalışmak yerine, bu fıtrî zayıflığın kabulü ve ona göre hareket edilmesi gerekmez mi?
Sorular hiç kuşkusuz uzatılabilir. Ama kadın fıtratı ve psikolojisini ilgilendiren bu sorular, cevap verilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Gelgelelim, modern cahiliye savunucuları, bu soruların yanından bile geçmiyorlar. Onların zihinsel kodlarında bunların bir karşılığı yok gibi. Çünkü yaratılış ve fıtrat özelliklerine dayalı bir ahlâk oluşturma diye bir dertleri yok. Laf aramızda kalsın, ama galiba ahlâk diye de bir dertleri yok.
Onların ahlâkî bakış açısını, Sigmund Freud’dan bu yana, “İnsan, potansiyellerini özgürce gerçekleştirmelidir” sloganı belirliyor. Ahlâkı katıksız özgürlüğe eşitleyen bu bakış açısı, doğuştan herhangi bir sınır konulmayan şehvet, akıl ve gadap gibi temel kuvvetlerin sonuna kadar götürülmesine izin veriyor, hatta buna teşvik ediyor.
Oysa Aristotle’dan bu yana pek çok büyük sima (bunlara Gazalî ve Said Nursi de dahildir), insanın doğuştan getirdiği ve sınır konulmamış kuvvetleri ile ahlâk arasında çok yakın bir ilişki olduğunu öne sürmüşlerdir. Akıl, şehvet ve gadap kuvvetlerinin ifrat ve tefrit dereceleri olduğu gibi bir de orta derecesi vardır. İşte, adil ve ahlâkî olan, bu orta derecedir.
Örneğin, şehvet insanda bir kuvvettir. Şehvetin tefrit derecesi, hiçbir şeye ilgi duymamaktır. Sadece cinsel ilişkiye değil, yemeye, içmeye de… İfrat derecesi ise, tam tersine, hemen her şeye ilgi duymak ve tecavüzkârane istemektir. Bu kişinin “şehvet midesi” o kadar büyüktür ki, ne yese doymaz. Vasat yani orta derecesine gelince, kendi ruhî ve fıtrî ihtiyaçlarını tatmin edecek miktarda ve helal olana ilgi duymak, ama başkasına duymamaktır.
Freud’un “potansiyelleri özgürce gerçekleştirme” ideali, işte Aristotle’dan beri geçerliliğini koruyan bu şablona göre, hiçbir sınır gözetmeden insanlara ifrat derecesini hedef gösteriyor. Ve sınırlar aşıldığında, akıl doğruyu yanlıştan ayıran bir işlev yükleneceğine; yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermeye yarayan bir “cerbeze âleti”ne dönüşüyor. Daha kötüsü, sınırlar bu kadar aşıldığında hiçbir şeyden korkmaz hale gelen insanın tanıyabileceği bir “ahlâkî otorite” de kalmıyor. Bugün hayretle izlediğimiz bazılarının, çıplaklığı hayasızca savunabiliyor olmalarının anlaşılabilir tek açıklaması bu.
Halbuki, sınırsız özgürlük ile ahlâk arasında yakından uzaktan hiçbir ilişki yoktur. Özgürlük, belli bazı ahlâkî hükümler ve dürüstlük, iyilikseverlik gibi güzel ahlâkla desteklenmedikçe, hiçbir öneme ve değere sahip değildir. Zira özgürlük eğer insanı bulunduğu yerden daha yükseğe çıkarıyorsa değerlidir; yoksa hayvan gibi gününü gün eden bir varlık yapıyorsa, o özgürlük zaten kalmaz. Sahneyi toplumu esir etmeye çalışan güçler almakta gecikmezler. O bakımdan modern cahiliye savunucuları, özgürlüğe bir sınır çekilmesi gerektiğini ve ahlâkın insanın yapmak istediği bazı şeylerden geri durması, yapmak istemediği şeyleri ise bir ölçüde kendini zorlayarak yapmasıyla vücut bulacağını hiçbir zaman unutmasınlar lütfen.
Yok eğer, “Biz zaten sadece hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, ahlâkla işimiz yok” diyorlarsa, bilsinler ki onu da yapamazlar. Çünkü geçmiş geçmişte kaldı. Dostlardan ayrılığın hüzün verici sayfasına dönüştü. Gelecekse daha gelmedi. Gelse bile, hiçbir ahlâkî otoriteye bağlı olmayan bu itaatsizlikleri ve itikatsızlıklarıyla kendilerine onun da bir yararı olmaz.
Unutmadan, “Çıplaklık ile ahlâk arasında ne alâka var?” diyenlere, kendileri açısından olmadığı belli, ama inançlı insanlar açısından ne alâkası olduğunu izah edelim.
İnançlı bir insan, eşini sadece bu dünya için değil, ebedî âlemde de refikası olduğu için sever. Bu düşünceyle eşine sadece gençlik güzelliğine sahip olduğu zamanlarda değil, yaşlandığında da saygı ve hürmet gösterir. Bunun karşılığında talep ettiği şey, eşinin güzelliğini başkalarına değil, sadece kendisine has kılmasıdır. Aile yuvasında muhabbet ve huzur, işte bu adilane ve her iki tarafın fıtratına uygun ilişki biçiminin kurulmasıyla mümkün olur ve zaman içinde olgunlaşır.
Giyim kuşamda veya reklâm gibi ticarî faaliyetlerde açık saçıklığın ve çıplaklığın yaygınlaşması ise, sözünü ettiğimiz aile saadetine ve eşler arasındaki muhabbete yönelmiş en büyük tehdittir. Ve başka sebepler bir yana, sırf bu yüzden dahi, kamusal alanda çıplaklığa “genel ahlâk” gözetilerek bir sınır çekilmelidir.
“Kafaları sadece cinselliğe çalışıyor” iddiasına gelince: Hayır, onların kafaları cinselliğe çalışmıyor. Sadece siz göze sokarcasına teşhir edince, akıllarına geliyor. Ve onlar bundan rahatsız olduklarını söylüyorlar. Bu, bir ahlâk belirtisi.
Peki ya, sizin pişkince çıplaklığı savunmanıza ve kendi ahlâksızlığınızı karşı tarafa yüklemeye çalışmanıza ne demeli?