Takvimler 29 Mayıs’ı gösteriyor. İstanbul’un fetih günü ve biz Akhisar’dayız. On binlerce insanın katıldığı muhteşem ve mübarek bir cenaze törenindeyiz. Çok sevdiğim bir insanı, Şahin Yılmaz Hocamızı âdeta parmak uçlarında taşıdık. Ve en güzel yerlere sessizce uğurladık, duaların en hası ve ihlâslısıyla inşaallah.
“Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil gülerek giriniz.” diyordu Bediüzzaman, 20. Mektup’un son kelimesinde. Bu müjdenin yaşandığı bir andı, bir gündü bu.
Gidiyoruz gün be gün öteye doğru. Âhiret yurduna, ebediyet ülkesine doğru gidiyoruz. Cenaze merasimleri insana bunu ders veriyor. Hiçbir şey bizim değilmiş, bir gün sahiden anlıyoruz. Ne bu hayat, ne bu dünya, ne de bu ömür, hepsi burada kalıyor. Tek tek elimizden çıkıyor ya da alınıyor her şey. Mülk O’nun (cc). Bizde ise emaneten duruyor. Ayrılmaya, dağılmaya müsait bir bedenimiz var. Ve ne zaman elimizden çıkacağı belli olmayan bir emanetimiz var.
Bu fâni dünyanın tüm aldanışlarının iç yüzünü gösteriyor ölüm. Zamanı yok. Vakitli vakitsiz bıçak gibi kesiyor, hayatı birden durduruyor. Belki de bize öyle geliyor. Oysa ölen için hayat devam ediyor. Nasıl mı? Burada yaşadıklarının orada hesabını vermek üzere, kabirde ve berzahta devam ediyor.
Hayat denilen bu yüce emaneti Sahibine, Rabbine hakkıyla teslim edenlerden biriydi Şahin Hocam. Bilgisine, insanlığına, ciddiyetine ve çalışkanlığına hayrandım. Onca iş güç arasında Zafer Dergimizle ilgilenmekten geri kalmazdı. Hiç unutamadığım, unutamayacağım bir insandır o.
Vakit ki berekettir, nimettir kullanmasını bilen için. Kaç kişi çıkar acaba, şöyle çevrenize bir baksanız, vaktini, zamanını en iyi şekilde kullandığına inandığınız ve şahidi olduğunuz kaç kişi çıkabilir ki? Şahin Hocam bu talihlilerdendi işte. Allah ondan razı olsun. Gayreti, bilgisi bir yana, bildiklerini yaşaması ve uygulaması takdire şayan bir yanıydı. İlmiyle âmil bir insandı. Yaptıklarını gördükçe ve daha da yapacaklarını düşündükçe, kendimden utanırım, hayıflanırım.
Şahin Hocamın hizmetlerinin çok yakından tanığı bir insan olarak, ona saygım ve ona hayranlığım hiç ama hiç azalmamıştır. Yanında kendimi çok rahat hissederdim, güven duyardım. Manevî bir babaydı benim için. Hayatıma kattığı bilgiler ve güzellikler için müteşekkirim. Zafer’imizin bazı önemli yazılarının hazırlanışında, bilgisine başvurduğumuz sayılı insanlardan biriydi. Bunu dile getirmekten ve itiraf etmekten mutluluk duyuyorum. Sonsuza dek duacısıyım. Rabbim ondan ebediyen razı olsun.
Böyle insanın ardından bakıp da, “İşte hayat böyledir” ve “İşte hayatı böyle yaşamak lâzım” demek geliyor içimden. Büyük oğlu Saffet Kardeşimin bu ifadelerine aynen ben de can-ı gönülden katılıyorum. 50 yıla yaklaşan Kur’an hizmeti sırasında, 3000’e yakın hafız yetiştiren bu mübarek insan, ilâhî bir makine ya da arı gibi çalıştı durdu.
Sadece bu mu? Kur’an kursları, araştırma kütüphaneleri, özel liseler, kolejler de var. Küçücük bir beldede, kimsenin hayal edemeyeceği hizmetleri gerçekleştiren ideal insanıydı o. Son arzusu da duyduğum kadarıyla bir kreşmiş. Onu da inşaallah evlatları tez zamanda gerçekleştirirler ümidindeyim.
Binlerce vefat haberi duydu kulaklarım ama Şahin Hocamın haberi bir başkaydı benim için. Nedendir bilmem? Doğrusu içimi bir sevinç kapladı birden bire. Bediüzzaman’ın 20. Mektup’taki o müjdeli ifadelerini hatırlamaya başladım. “Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, ölüm bir terhistir. Bir mekân değişikliğidir. Hizmetiniz ve vazifeniz bitti, ücret almaya gidiyorsunuz vb.” Bu yapmacık bir huzur hâli değildi.
İnsan kalbinin en derinliklerinden coşup dışına yansıması ancak takdiri ilâhînin işidir. Büyük oğlundan vefat haberini aldığımda, aynı hâli onda da gördüm. “Bugün benim bayram günüm” diyordu. Diyordu ama bunları söylerken bir yandan da gözyaşlarına boğuluyordu. Bu nasıl bir şeydir, izahı güç. Sevinç ve sürur, güzel şeyler. Hele de ölüm olayında. Bu arada zor bulunurlar. Ama böylesine güzel yaşanan ve hakkıyla görevini yapan bir hayatın sahibiyse yolcu ettiğimiz, uğurladığımız insan, bunu çok daha iyi hissedebiliyorsunuz.
Mevlânâ, “Benim tabutum giderken, ardımdan ağlama. Benim ölüm günüm, Rabbim’e kavuşma günümdür, düğün günümdür” diyordu. Bu duyguyu bu vefat dolayısıyla biz de yaşadık çok şükür. İnsanın bir başka diyarda bu dünyadan daha çok özlediği kimseler var ise, sevdikleri var ise eğer onlara kavuşmak için göze alamayacağı hiçbir şey yoktur.
Necip Fazıl Kısakürek, “Kavuşmak” adlı şiirinde bu hâli dile getiriyordu sanki:
“Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var.”
İnsan sevdiğini ne kadar çok içten ve gerçekten seviyor ve özlüyorsa eğer, onun gittiği yere, diyara da o kadar derinden bir arzuyu yüreğinde duyacaktır mutlaka. Manzara aynen şöyle:
Kavanozun içinde bir balık ve hemen ardında bir deniz. İşte hâlimiz. Hayretin zevki bir başkadır, yaşayan bilir. Vefat edenlerin ardından yazılan yazılar dikkatimi çeker hep. Son 25 yıla, damgasını vurmuş olan en önemli yazı benim için Sezai Karakoç’un, Necip Fazıl Kısakürek için yazdığı yazıdır. Başlığı bile muhteşem:
“Göklerin Çektiği Kartal”
Şunları söylüyordu o yazıda:
“(…) Fanilik arkadadır. Artık dev sulara karşı bir ömür boyu gerilmiş kollar düştü. Ve doğru, iyi ve güzel için yükselen ses sustu. Yankıları çağların ufkunda çınlayacak. İslâm’ın onuru için çağın çelik yüzüne karşı koyan elmas kas gevşedi. Atalarımız bir an için ebedî meşgalelerini bırakarak bizim bu dünyamıza dönüp baktılar: ‘Kim geliyor? Bu gelen kim?’
Ey ölüm, sen ne sırlı bir güçle donanmışsın ki, en yalçın kayalıkların tepesinde, zamanın üstünde dimdik duran kartallar bile avın olur. Gök şahini ağına, tuzağına düşer.
Çağdaş bir destandı, bir kahramanlık destanıydı sonuna nokta konan. Ama bu bir ara noktasıdır. Destanın öbür yüzü bundan sonra söylenecek. Dünya çağının bu ikindisinde ne büyük gölgeydi. Durdu karşı ufuklara, güneşin doğduğu ufuklara. Evet, bir kahraman düştü toprağa bir kez daha, bin kez daha yeşerip boy atacak bir tohum olarak. En önde koşan atlının atı kapaklandı ve en birinci süvariyi toprak bağrına bastı. Herkeslerden daha çok seven ana gibi.
(…)
Ve perde kalktı. Ten maskesi sıyrılarak, ruh potada saf altına kalboldu. Kartal süzülüp gitti, sonsuz göklerde kayboldu. Bize ne düşer, bütün bu manzara karşısında susmaktan başka.”
Emsalsiz bir samimiyet, bir hakkaniyet ve bir incelik var bu ifadelerde. Her okuyuşumda, yeniden inancım coşar ve içimde bir damar, bir ırmak, denizlere doğru açılır. Hayatı güzel yaşayanın vefatı, böyle yaşayanın vefatı, böyle güzel oluyor işte. Ardından söylenenler de böyle yürek hoplatır işte.
Bilgi insanıydı, bilim aşığıydı. Zafer Dergimizi de, bu açıdan çok severdi. Kur’an’ı sadece sevabı yönüyle okumak ya da öte dünyadakilere dua olarak göndermek değildir aslolan. Gerçi bu da önemli bir şeydir. Ama daha önemli bir gayesi vardır biz yaşayanlar için bu Yüce Kitabımızın.
Şahin Hocamız işte bu ızdırabı yaşayan, ve onu hayatına taşıyan muzdariplerden biriydi. Üstadı Bediüzzaman’dan dersini tam almıştı. Elindeki bütün imkânları bu uğurda seferber etmişti. Kur’an’ın hakiki hukukunu okuyup anlayıp ve anlattın yıllarca. Kur’an’a olan hürmeti sadece okumaktan ibaret bırakmadın. Onun her emrine uymakla ve uygulamakla Kur’an’a yakışan o derin saygıyı ve çalışkanlığı gösterip, bir model oluşturdun. Bugün, bütün dünyadaki insanlar, buna ve bu modele ne kadar muhtaç.
Kur’an kâinatın özüdür, hülasasıdır. Bu mânâyı bilen bir kimsenin, kâinatın ve varlıkların mânâsının lâfızlarını taşıyan Kur’an-ı Kerim’in kâğıdından, mürekkebine kadar saygıda kusur etmezse, elbette taşıdığı mesaja çok daha fazla hürmet göstermesi gerektiği aşikârdır. Kur’an’ı okuyup, ve onu öpüp kaldırdıktan sonra, kâinatın kalbini de incitmemeye, ufacık bir menfaat karşısında o yüce kitabın içindeki âyetleri ve hükümleri ayaklar altına düşürmemeye çalışmalıyız.
Bu şuna benzer:
İki arkadaş düşünelim. Gayet de iyi dost olsunlar. İçtikleri su bile ayrı gitmeyen bu insanlardan biri günün birinde başka bir memlekete gider. Gittiği memlekette arkadaşının bunulduğu yerde olan bir şeye lüzum hisseder, bir şeye ihtiyacı olur. “Kolay” der, “Bizim orada çok kuvvetli bir dostumuz vardır. Bir mektup yazar, içine ücretini de koyar, bunu kendisinden isterim.” Ve mektubu yazar, gönderir. Arkadaşı alır:
“Aman çok sevdiğim dostumun mektubu” diye sabah akşam onu okumaya başlar. Fakat arkadaşının istediği şeyi göndermek için, en küçük bir gayrette bile bulunmaz.
Derken günler geçer, mektubu gönderen zat; “ne yapalım vefasızmış” diye üzülüp ümidini keser. Günün birinde de arkadaşının bulunduğu beldeye gelir, yolda arkadaşına rastlar.
“Yahu ben size bir mektup göndermiştim, acaba aldınız mı?” diye sorar.
Arkadaşı:
“Aldım efendim, işte cebimde. Üstelik her gün, sabah akşam sizi hatırlayarak okuyorum” der. Arkadaşı:
“Aziz dostum” der. “Bin defa yerine keşke bir defa okusaydın da mektuptaki isteğimi yapsaydın.”
Evet, bu örnek ne demek istediğimizi yeterince anlatıyordur. Allah kelâmının yalnız lâfızlarını okumak ve dinlemekle Kur’an’a hizmet edilmiş olmuyor. “Kur’an okunduğu vakit her şeyden alâkanızı kesip dinleyiniz” emri aynı zamanda “Kur’an ahlâklı olunuz” demektir.
İşte Şahin Hocam böyleydi. Nail Papatya Hocam böyleydi. Geçen ay vefat eden Ali Mutlu Ağabey de böyleydi. Allah bu sevgili dostlardan, ağabeylerimizden ebediyen razı olsun, makamlarını cennet eylesin. Kur’an-ı Kerim’i asıl hatmetmek heralde onların anladığı tarzdaydı. Yani âyetin mânâsını önce kendi hayatlarında uygulamak, uygulamaya başladıktan sonra da diğer âyetlere geçmek. Böyle böyle her âyetin hakkını vererek, yaşayan bir Kur’an olarak, Kur’an’ın hatmini tamamlamış oldular. Bu zaten sahabe mesleğidir. Abdullah İbni Mesud (ra) iki yılda ancak âyetel kürsiyi geçebildiğini söylüyordu. Hikmeti bu olsa gerek. Sadece okumak değildi herhalde kastettiği. Yaşamaktı kastettiği. Allah’ım aklımızı ve kalbimizi imanın ve Kur’an’ın nuruyla şereflendir. Bilgiyle güçlendir kalbimizi ve aklımızı. Yanlışlara düşmekten ayağımızı ve hayatımızı muhafaza eyle.
“Hayat her yaşta güzeldir, yeter ki ağzının tadı olsun.” diyor şair. Evet, herhalde ağız tadından kastettiği, iman olsa gerek. Şahin Hocam ve onun gibilerin bize bıraktığı en güzel miras Kur’an-ı Kerim’e ait hizmetkârlığı cihetidir. Hayatı bilgiyle, zekâyla, Kur’an’la kavrayan bir insan, gerçek bir âlimdir. Bunun için de Kur’an’ın hıfzı kadar onun içindeki sayısız âyetlerin işaret ettiği dünya fenlerine ve bilgilerine karşı da ruhu son derece aç ve açıktı. Bunu özellikle de onda görmek, beni son derece mutlu kılmıştır hep.
“Bir âlimin vefatı, âlemin vefatı gibidir.” buyuruyor Peygamberimiz (sav). Allah’ım sevgili hocamızın yerini boş bırakma, binlerle doldur.
Allah’ım ömürlerimizi boş yere harcayıp tüketiyoruz. Yalnız biz gibi asi ve günahkâr kulların için Senin bir fermanın var. Senin bir müjden var:
“Rahmet-i ilâhiyemden sakın ola ki ümitlerinizi kesmeyiniz” diyorsun. Bu ilâhi af ve rahmetini ilan eden âyetinden medet umuyorum. Bizi mahşerde huzuruna taşıyacak, hamdden yapılmış olan livayı hamd sancağı altında Resul-i Ekrem’in (sav) iltifatına nail olacak bir hâle koy lütfen. Bizi Kur’an’a dost eyle. Dost olanlara yoldaş eyle. Hz. Peygamber’in (sav), Hz. Ali’nin (kv), Hz. Hüseyin’in (ra), Hz. Zeynel Abidin’in (ra) dualarıyla dualarımızı kabul eyle yâ Rabbi.
Sevdiklerin hürmetine bağışla. Şahin Yılmaz Hocamızın ve Ali Mutlu ağabeyimizin mekânlarını cennet eyle. Bize de iman selâmeti ihsan eyle. Yâ Rabbi, her çeşit tahiyyat salât ve selâm Habibin Hz. Muhammed’e (sav), O’nun mübarek neslinin, sahabelerinin ve sevenlerinin üzerine olsun.
Allah’ım; bir küçük lokmanın bile bana rızık olup ulaşması için, belki en az 5000 senenin geçmesi lâzım geldiğini bilim söylüyor. Hayatımın bir kırıntısına dahi bu hakiki kıymeti de veremiyorum, gösteremiyorum.
Buna rağmen Senden pırıl pırıl bir iman şuuru diliyorum. Günahlarımın affını talep ediyorum. Bu uyanık kalp ile hayatımı yoluna, uğruna sarf etmemi istiyorum. İrademe, azmime güç ve kuvvet ver. Her inanan kalp, her inanç ve iman sahibi mü’min gibi. Amin.