Çocuklar küçük yaştan itibaren İslâm adına ilk defa onun bayramlarıyla karşılaşırlar. Onlar için din, babalarının aldığı cici cici elbiseler veya bayramda büyüklerin kendilerine verdikleri hediyeler veya bayram yerinde tatlı tatlı vakit geçirmek için başvurdukları oyun ve eğlencelerdir. Böyle kendilerine neşe, şefkat ve hediye getiren, fakat kendilerinden hiçbir şey istenmeyen bayrama ve dolayısıyla dine müteşekkir olurlar.
İslâm’ın namaz, oruç gibi ibadetlerle değil de, öncelikle bayram vasıtasıyla temasa geçmesi ve daha sonra yaşları ilerledikçe hallerine göre daha başka mükellefiyetlerden onları mesul tutması gelişi güzel, tesadüfi değildir. Bu, onlara bir şey teklif etmeden, onlardan bir şey istemeden önce, onlara bir şeyler vermenin lüzumunun bir ifadesidir. Bu münasebetle İslâm, onların seviyesine inerek, onların anlayacağı dilde, hoşlanacağı şekilde, kendini onlara takdim etmiştir. Ayrıca bu sayede İslâm, çocukların çocukluk hatıralarına karışarak bütün bir ömür boyu onlardan ayrılmaz, daha doğrusu onların bir parçası haline geliyor.
Şu halde, ister kendi çocuklarımız, ister akraba, eş-dost çocukları, isterse de fakir fukara çocukları olsun, elden geldiği kadar onlara, bütün bir ömür boyu unutamayacakları tatlı hatıralarla dolu günler geçirtmeye çalışmalıyız ki, bu sayede bayrama, dolayısıyla İslâm’a kendilerini daha yakın hissetsinler, bayram ve İslâm’ı sevsinler. Kişinin çocukluğu, büyüklüğünün babasıdır.
Oruç, çocuğa maddi değerlerin üzerinde manevi değerleri öğretir.
Bayramları tanıyıp sevdikten sonraki yıllarda çocuklar oruçla da tanışır. Çocukların, her türlü yemek, meyve ve soğuk suların karşısında hiçbir maddi karşılık olmaksızın ve ummaksızın aç susuz kalmaları onlara, gözle görünen, elle tutulan maddi âlemi, yani maddi değerlerin, para ve rütbenin üstünde birtakım manevî değerlerin var olduğunu kabul ettirir. Böyle yetişen gençlerin kafalarında, madde üstü birtakım manevî değerler belirginleşir. Çünkü ne kendi ne de kendi gibi başkaları, ne para ne de başka menfaatler için aç kalmaktadır. Öyle ise paranın bile yaptıramayacağını yaptıran bu manevî güç, paradan ve onun gibi her şeyden yüksek, hem çok yüksektir. Böylece gençler paraya, şehvete tapmaz, değer vermez olurlar. Yani para için yaşamazlar. Onu gaye değil, vasıta kabul ederler.
Oruç, çocuğa hareketlerinden mesul olacağını öğretir.
Oruç sayesinde çocuklarımız hiç kimse yokken kendini gören ve bütün hareketlerini takip eden, fakat kendisinin göremediği bir varlığın mevcut olduğunu derk edince, bütün hareketlerinde tedbirli, temkinli olması gerektiğini, aksi takdirde yaptığı hareketlerden mesul olacağını da kavramaya başlar. Bu da çocukta kendi kendini kontrol altında tutma, yaptığı, daha doğrusu yapacağı bütün işlerde kendi kendini hesaba çekme alışkanlığını doğuracaktır. Böylece çocukta, her türlü maddi baskıdan uzak, sağlam bir şahsiyetin gelişmesi mümkün olacaktır. Yani, hareket ve faaliyetlerinde zahiren serbest, fakat aslında birtakım manevî müeyyidelere bağlı, onlara göre hareket eden insanlar olarak yetişeceklerdir.
Oruç, çocuğu yetişkin olmaya özendirir.
Çocukların ve gençlerin oruç tutmaları, yani büyüklerin yaptığını yapmış olmaları, aynı zamanda, onları büyüklerin safına geçirecek ve diğer konularda da büyüklere benzeme arzusuyla hareketlerinde daha olgun, daha ağırbaşlı olmalarına sebep olacaktır. Böylece memleketin geleceği olan gençler, küçükten itibaren yaptıklarından mesul olma, sorumluluk hissiyle büyürler. Başka bir deyişle, yaptıkları her harekette ondan doğacak sonuçları düşünen, karşılaştığı müşkül meselelerde mensup olduğu dinin değer ölçülerine göre şahsen, kendi kendine karar verebilen insanlar olarak toplumdaki vazifelerine hazırlanırlar.
— Ali Murat Daryal, Dinî Hayatın Psiko-sosyal Temelleri