Dünya hakkında, hepsi de güzel ama birbirinden farklı benzetmeler var; bunlardan birisi de “ticaretgâh”.
“Şüphesiz, Allah müminlerden nefis ve mallarını cennet karşılığı olarak satın aldı…” ayet-i kerimesi bu ticareti haber veriyor.
Nefis, dahildeki bütün nimetleri, mal da harici nimetleri ifade ediyor. Yani, nefis “zat” manasına geliyor ve nefis denilince göz ve kulaktan, akıl ve kalbe kadar her türlü maddî ve manevî cihazlar anlaşılıyor. Bütün bunları Allah’ın rıza çizgisinde kullananlar ebedî bir saadete kavuşuyorlar.
Dünya bir ticaretgâh, yani ticaret yeri, ticaret menzili… Dünyamızın bu yönü üzerinde biraz duralım:
“Ticaret” denilince, hemen “kazanç” hatıra gelir. Kazanç da ikiye ayrılır: Maddî ve manevî. Para kazanmak maddî bir kazançtır, gönül kazanmak ise manevî. İşyerlerini artırmak gibi, bilgisini artırmak da kişi için bir kazançtır; birincisi maddî, ikincisi ise manevî.
İnsanın ruhu bedeninden üstün olduğu için, manevî kazançlar da maddî kazançlardan daima önde gider veya gitmelidir.
Aldığımız gıdalar bedenimizde hücre olurlar, bir süre bize hizmet eder ve sonunda vücudumuzu terk eder giderler. Yerlerine yenileri gelir. Fakat öğrendiğimiz şeyler öyle değil. Onlar ruhumuza mal olurlar, hafızamıza yerleşirler; yeni şeyler öğrendiğimizde onlar yine varlıklarını devam ettirirler.
O halde, gerçek yatırım ruha yapılan yatırımdır. Ruh baki olduğu için ona mal olanlar da bakidirler.
Bilgi aklın gıdasıdır. İnsan gıda aldıkça bünyesi sağlamlaştığı, büyüyüp geliştiği gibi bilgisini artırdıkça da aklı inkişaf eder. Dün anlamadıklarını bugün anlamaya başlar. Dün, güç yetiremediği ağır konular bugün ona kolay gelir. Tıpkı bir çocuğun küçük yaşta yerinden oynatamadığı bir taşı, büyüdüğünde kolaylıkla eline alıp havaya kaldırması gibi.
İnsanın mana âleminde de gelişmeler, büyümeler, terakkiler oluyor.
İnsanın terakkisinde en büyük ve en önemli saha onun kalbidir. En ileri seviyede yükselişler ve yine en büyük düşüş ve çöküşler bu sahada cereyan eder.
Kalp iman mahallidir, imanın ise sonsuz dereceleri var.
Bilgilerimiz bizi yanlışlardan koruduğu gibi, imanımız da hayatımızın her safhasında bize yön verir; sıkıntıları aşmamızda, problemlerin üstesinden gelmemizde, çaresizliğe düşmeyip ümitle yaşamamızda bizim için en büyük kuvvet kaynağı olur.
…
“İman bir intisaptır.” (Sözler) İnsanın manevî terakkisinde ve ruhanî zevklerinde bu intisabın önemli bir yeri vardır.
Halk arasında ilginç konuşmalar geçer:
Birisi, ‘Benim dedem’ der, ‘Sultan Aziz’in sarayında üç gün misafir kalmış.’
Bir başkası, ‘Benim dedem Hamidiye alaylarında görev yapmış.’ diye övünür.
Sultan Aziz’e misafir olmak, yahut Sultan Hamid’in askeri olmak bir kişinin torununa bile şeref kazandırabiliyor. Halbuki, her insan bu muhteşem kâinatın sahibinin misafiri ve yeryüzünde O’nun halifesidir. Ve yine, her insan Allah’ın kulu, O’nun en üstün mahluku, en mükemmel eseridir.
İnsanın terakki yolculuğunda imandan hemen sonra ibadet gelir. İbadet yapmak sadece bir kulluk görevi değil, aynı zamanda insan için büyük bir şereftir.
İnsan ibadet ile Rabbine muhatap olur. Bu ise en ileri bir mertebe, en kârlı bir kazançtır.
“İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (huzur bulur).” (Ra’d Suresi, 28)
Allah’ı hatırlamanın en ileri derecesi namaz olduğuna göre bu ayeti, “Kalpler ancak namaz kılmakla tatmin olur.” şeklinde de anlayabiliriz.
Sefih ve ahlâksız kişiler, iman ve ibadetle tatmin etmedikleri kalplerini eğlencelerle, sefahatle, zevk ve safa ile doyurmaya çalışıyorlar. Şu var ki, her insan dünya zevklerini yeterince tadacak imkânlara sahip değil. Ve yine bütün insanlar ihtiyarlıyor, hastalanıyor ve ölüyorlar. Onları gençliklerinde oyalayan bu zevkler, hastalık halinde ve ihtiyarlık döneminde bir işe yaramıyor. Kalp ise bu dönemlerde teselliye, tatmine, huzur ve güvene çok daha fazla ihtiyaç duyuyor. Öyleyse eğlence ve sefahat sürekli bir çare değil, bir oyalanma, gerçeklere göz kapama ve kendini aldatma…
Gerçek saadete ancak iman ve ibadetle ulaşılır.
İnanan bir insanın ruhuna neşe veren, onu yükselten, terakki ettiren sebepler sayısız denecek kadar çoktur. Birkaçını hemen arz edeyim; bunlara yenilerini ekleyebiliriz:
- Allah’ın en mükemmel eseri olmanın zevki.
- Dünyada diğer canlıların kendi hizmetine verilmiş olmasının zevki.
- Hastalıkların günahlara kefaret olup insanı manen terakki ettirdiğini bilmenin zevki.
- Ölümün hiçlik olmayıp bu dünyadan daha güzel bir âleme göçme olduğunu bilmenin zevki.
- Ruhun baki olup, hayatını kabirde de, mahşerde de, ahirette de devam ettireceğini düşünmenin zevki.
Bütün bu manevî hazlar ve lezzetler hiçbir dünya nimetiyle kıyaslanamayacak kadar değerlidir, büyüktür.
Bütün bunlar kalbin, ruhun, vicdanın zevkleridir ve bunlar bedenle alınan lezzetlerden çok ileridir.
Şu var ki, namaz kılan kişinin beden yoluyla aldığı zevkler de ulvileşirler ve bir başka hale girerler. Mesela, yemek yiyen bir müminin aldığı gıdalar bedenine mal olurken, onları tefekkür etmesi de ruhuna kuvvet verir.
İnsan, toprak yiyemez, sadece su içmekle karnı doymaz, güneşte oturmakla da midesine bir şey girmez. Hava alması da öyle. Ama Cenab-ı Hak, suyu, toprağı, güneş ışığını ve bir kısım elementleri ağaç fabrikasına sokuyor, ondan meyveler çıkarıp bize ikram ediyor.
Bize meyvelerini uzatan o ağaç da bir süre önce yoktu. O da toprak fabrikasının bir meyvesi gibi.
Bu düşüncemizi biraz yaygınlaştırdığımızda, çevremizdeki her ağacın, her hayvanın ve nihayet her insanın bu kâinat fabrikasının birer mahsulü ve bu kâinat ağacının birer meyvesi olduğunu görürüz.
Dünyamız, dün güneşten kopmuş bir ateş parçası iken bir terbiyeden geçerek toprak ve su ile doldurulmuş. Dünün toprağı, suyu bugün insan olmuş, meyve olmuş. Ve bu insan o meyveyi yiyor.
Bu düşünceyle, kâinatı bir saray, kendimizi de o sarayda Allah’ın en şerefli bir misafiri olarak görürüz. Böyle bir bakış açısı, ruh için büyük bir saadettir.
Son olarak önemli bir noktayı da hatırlayalım: Beden gibi, ruh da yorulur. Onu da sıkıntıya sokan, üzen, yoran, takatten düşüren, ümitlerini alt üst eden, dünyaya bakışını karartan nice olaylar vardır. Namaz kılan kişi bütün varlık âlemini Allah’ın terbiye ettiğini hatırlar, hepsini O’nun sanatı, O’nun mahluku, O’nun mülkü bilir. Ruhunda bütün bu mülk âleminin malikine sığınmanın, ‘ancak ona ibadet edip, yalnız ondan yardım dilemenin’ manevî gücü hâkim olunca, dün altından kalkamadığı olayların şimdi üstesinden gelmeye başlar.
Bütün olayları dünya imtihanının birer sorusu olarak değerlendirir. Geceden de gündüzden de ayrı faydalar edinen bir çiçek gibi, dünyanın safa verici hallerinden de sıkıntılarından da farklı verimler alır.
Hoşuna giden gelişmeler ruhunu şükre sevk ederken, güç yetiremediği konular onu sığınmaya, tespihe ve tekbire götürür.
Allah’ın o sonsuz kudretiyle, bu sonsuz işleri nasıl en kolay bir şekilde icra ettiğini düşünür.
Başarı için yapması gereken ön çalışmaları gereğince yerine getirdikten sonra Allah’a tevekkül eder.
Bu hal, ruh için büyük bir rahat ve huzur kaynağıdır.