Haber verdiklerinde iş yerindeydi Selim. Telefonun ucundaki ses bir tavsiyede bulunmuştu:
“Gelsen iyi olur.”
Hemen yola koyuldu. Bir boğaz köprüsü geçişini de ihtiva eden yaklaşık üç saatlik bir yoldu bu. Üç saatte otuz beş yılın muhasebesi… Ölçtü tarttı, terazinin bir tarafında kendi yaptıkları bir tarafında onunkiler vardı ve onunkiler büyük bir farkla ağır basıyordu. Ne çok hakkı vardı üzerinde. Hayatında en uzun süre yer almış, vaktini ona en fazla harcamış kişiydi o. Teraziyi dengelemek için daha çok çalışmalıyım diye düşündü. Kime iyilik yapayım sorusunun cevabında üç kez üst üste o vardı çünkü… Yaptığı iyilikler az gözüktü kalbine, bu kadarla kalma ihtimalinden rahatsız oldu. Cahillik ettiği, ben dediği, haklı olma tuzağına düştüğü zamanlar geçti gözünün önünden. Çok şükür ki aşırıya kaçmadan dönmüştü hatasından, almıştı gönlünü. Artık her fırsatta helalleşmeyi, hayır duasını almayı da ihmal etmemişti.
Aklına kötü şeyler gelmesine engel olamıyordu. Onu seviyordu. Kaybetmekten korkardı hep. Kaç kişiyi sever insan hayatında, kaybetme korkusu ile yaşayacak kadar. Bunda esas oğlanın ortalıkta fazla görünmemesinin ve çoğu zaman baba rolünü de onun yüklenmesinin etkisi vardı. Onun yükünü daha da ağırlaştıran insanları bu yüzden fazla sevememişti Selim.
Şimdi kırık olsalar da, eskiden çok güzel ve çok güçlü kanatları vardı yaşlı kadının. Selim o kanatların altında kendisini hep güvende hissetmiş, ne zaman bunalsa gölgesinde serinlemişti. Saye kelimesinin gölge anlamına geldiğini öğrendiğinde şaşırmıştı. Sayesinde demek gölgesinde demekti ve güçlü bir kişinin desteği ve koruması altında olmayı ifade ediyordu. Güzel bir çocukluk yaşamıştı genç adam. Sonra anlamıştı ki oydu buna sebep, onun sayesindeydi. Yokluk içinde büyümüştü oysa. Varlığıyla önlemişti fark etmesini, üzülmesini. Çok doğru söylemiş söyleyen diye düşündü—İnsanın anavatanı çocukluğudur. Nasıl geçerse öyle tesir eder hayatın bütününe. “Mümkün olsa da birlikte o yıllara gidebilsek. Onun gençliğine benim çocukluğuma ait birkaç güzel anıyı tekrar yaşayıp biraz sağlık ve mutluluk alıp geri dönsek.” diye söylendi içinden.
Geçen hafta sonu ziyaret etmişti onu. Bir önceki ziyaretindekinden daha da ilerlemişti hastalığı. Uzanmıştı, uyumuyordu, fakat gözleri kapalıydı. Eğilip kulağına Selim’in geldiğini söylediler. Yattığı yerden güçlükle doğruldu. Nasırlı ellerinden ve artık yok olmaya yüz tutmuş yanaklarından öptü Selim. Yüzünde acılarını gizleyemeyen bir tebessüm vardı yaşlı kadının. Bedeni solmuş bir yaprak kadar naifti. Sevgisi yoğun bakışları kısa sürdü. Belli ki göz kapaklarına çöken ağırlık had safhadaydı, engel olamıyordu, kapanıyordu gözleri. Onu böyle görmeye dayanamamıştı genç adam, gayri ihtiyari odadan dışarı atmıştı kendisini.
Onun sağlıklı zamanlarını düşündü. Eskiden gözlerini kaçırmazdı hiç, bakışları keskindi. Pes eden hep karşısındaki olurdu. İstiyordu ki yine öyle baksın, yine çatsın kaşlarını. Bakışlarıyla anlatsın yine her şeyi, anlatsın nasıl dediğim dedik, ne kadar eli maşalı olduğunu, Karadeniz’i, poyrazı, yokuş aşağı fındık bahçelerini. Anlatsın beş çocuğu tek başına büyütmenin haklı gururunu.
Hep mi böyle olur. Hep mi acelesi olanın yağmur yağar yoluna. Silecekler yetişemiyorlardı, öyle hızlı yağıyordu mübarek. Fazla hızlı gitmemesi için miydi bu çabalar. Az önce şehrin nüfusunu belirten giriş tabelasını geçmişti. Telefonu çaldı. Arayan eşiydi. Çok iyi bildiği o titreyen ses tonundan ve “iyi misin, şu an neredesin, hava yağmurlu sakın hız yapma, dikkatli ol” gibi şeyleri ardı ardına sıralamasından anladı onu kaybettiklerini.
“Merak etme iyiyim.” dedi Selim. “5-10 dakikaya orada olurum inşallah.” diyerek kapattı telefonu.
İyi değildi. Yolu üzerinde uygun bir yere çekti arabasını. Bir süre bekledi. O sırada arayanlar oldu yine. Fakat açmadı, açamadı. O an en yakınlarıyla bile konuşmak zor geldi. Sonra biraz toparladı kendisini. Pes etmemeyi de ondan öğrenmişti, şükretmeyi de sabretmeyi de. Bu sayede birçok şeyin üstesinden gelmişti şimdiye kadar. Bunu da atlatacaktı elbet ve bu, yine onun sayesinde olacaktı.