TR EN

Dil Seçin

Ara

Kıtalararası Oruç

Gün gelir, güneş batıdan doğabilir de peki ya hiç batmazsa? Güneşin batıdan doğmasının anlamı ve neticeleri çok irdelenmiş olsa da, hiç batmaması gibi bir durum size sadece ani ve dramatik bir iklim değişikliğini veya sıcaktan kavrulmayı hatırlatmasın. Eğer güneşin hiç batmayacağı böyle bir gün Ramazana denk geldi ve siz de oruçluysanız vay halinize!

Allah’ın her ne kadar kâinatı yaratma sebebi Efendimizin (asm) “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız.” genellemesi ile ifade ettiğine uygun olarak yolculuk halinde orucu borçlanmayı caiz kılmış olsa da, insan modern ve klimatize ortamlı araçlarda yaptığı işe ‘yolculuk’ yakıştırmasını yapmakta biraz zorlanıyor. Ama işin içine astronomi gerçekleri ilave edildiğinde çok değişik tablolarla karşılaşabiliyoruz. 2004 yılının Ramazan ayında aynen benim başıma gelenler gibi.

Ani bir iş için İstanbul’dan New York’a gitmem gerekiyordu. On bir saatlik bir uçuş anlamına gelen bu yolculuğu daha önce defalarca yaptığımdan fazla önemsemedim. Ancak unuttuğum ama bir gün öncesi aklıma gelen Ramazan’da olduğumuz gerçeği kafamı karma karışık etti. New York İstanbul’a göre yedi saat geride. Yani bizde iftar olduğunda New York’taki Müslümanların iftar için daha yedi saat beklemeleri gerekiyor. İşin enteresanı şu ki THY’nin New York uçağı her gün saat 11.20’de İstanbul’dan kalkıyor. Yol boyunca hiç batmayan bir güneş ile on bir saat uçuyorsunuz ve New York’a indiğinizde sanki on bir saat geçmemiş gibi saat 15.00 civarı oluyor. Eğer seferilik gereğini yapmamışsanız, yani oruçlu iseniz, İstanbuldakiler dört saat önce iftar etmiş olduğu halde sizin daha bekleyecek üç saatiniz oluyor. Bu da yedi saat fazladan oruç tutmak anlamına geliyor. Bunu bir de uzun bir yolculukla birleştirince oldukça zor bir durum çıkıyor ortaya. Fakat ömürde bir yaşanır gibisinden, aslında dinen çok doğru olmayan bir düşünce ile bu işi yapmaya, yani kıtalararası bir seyahatte kıtalararası oruç tutmaya karar verdim!

Sanki üç gün aç kalacakmışçasına sıkı bir sahurun ardından sabah havaalanına gidip uçağa yerleştim. Tabi inanan-inanmayan fark etmemek üzere Ramazan’ın uçağın içine girmeyi pek başaramadığı ilk anda belli oluyordu. Yiyenler içenler uzun yolculukta yapılabilecek tek aktivite olan beslenme eylemini gayet güzel uyguluyorlardı. Dinen ve aklen doğruyu yapan bu kişileri zihnimde bile olsa asla eleştirmeden, kitabımı açıp okumaya başladım.

Uçak kalkıp tırmanmayı bitirdiğinde ilk çay kahve servisi, ardından gelen öğle yemeği, fındık fıstık, meşrubat, ikindi kahvaltısı, akşam yemeği hepsi rüya gibi geçti gözümün önünden. Yalnız İstanbul’un iftar saatlerine denk gelen anlarda okyanus üzerinde uçarken, evimde sofra başında olma hayali hepsini bastırıyordu. Yapanlar bilir, uzun yolculuklar geride ne kadar huzurlu ve güvenli bir ortam bırakırsanız bırakın, uçak sizi gurbete yaklaştırıp ‘ev’den uzaklaştırdıkça içiniz burkulur da burkulur, karalar bürür zihninizi. İşte buna bir de uzun süreli açlık ve susuzluk eklenince, ev size cenneti, cennet ahireti, ahiret ölümü, ölüm ayrılıksız mutlak kavuşmayı hatırlatır, yuvarlanır gidersiniz hayallere, belki de ölümü özlersiniz.

Ben de bu hayallerden iki koltuk yanımda bulunan bir yolcunun o saatte dudak kıpırtılarından besmele olduğunu anladığım bir kelimenin ardından önüne özel olarak gelen yemeği yemeye başlamasıyla uyandım. Eh, açlık, yemeğin varlığı hissedildiği anda hayalleri yıkıp insanı reel dünyaya taşıyan müthiş güçlü bir duygu işte. Muhtemelen oruç açan bu yolcunun durumu, o saatte İstanbul’a göre hareket edilip orucun pekâlâ güneşe bakmadan sahur yaptığınız yerin iftar saatinde de açılabileceğini düşündürdü bana. Demek böyle tutulabiliyormuş dedim. Ama doğrusunu aktarmak gerekirse 11 bin metre yükseklikte bulutlardan ve atmosferin kalın bölümünden arınmış pırıl pırıl yanan bir güneşin altında caiz de olsa iftar etmek içimden gelmedi. Öyle ya biz en uzun yaz aylarına denk gelen çocukluk oruçlarımızdan biliriz ki ezan okunduğunda güneş yok olmuş, sivriler ısırmaya başlamıştır bile, iftarın büyüsü ancak o zaman hissedilebilir. O büyü yoksa orucun en güzel anları da yok demektir; öyle ki bir iftar vaktinin tadı için bin gün oruç tutulur. Böylece güneşin varlığı ve iftar büyüsünün yokluğunda, karnımın ve beynimin aklî anlamda orucumu açmam için yolladığı sinyaller beynimdeki duygusal yön tarafından kuvvetli şekilde bastırılmış oldu.

Fakat o yolcunun tabağına bakarken yüzüm cidden aç olan bir adamın portresini yansıtmış olacak ki, dikkatli bir hostes yanıma gelip kibarca sordu: “Efendim siz kalkıştan beri hiçbir şey almadınız, isterseniz getirebilirim...” Tahmin ettiği ve bu gözlerinden okunduğu halde “Niyetli misiniz?” diye soramadı. Kendisini, karnımın dudaklarımdan çıkan kelimelere karşı gönderdiği isyan dolu çığlıklara rağmen “İhtiyacım yok, teşekkür ederim.” diyerek kibarca reddettim.

Uçağın kuzeyden çizdiği rota, Kanada semalarında nadiren açık olan gökyüzünü yakaladığınızda, binlerce gölün güneş altında ateşten yansımalarıyla harika bir görüntü sunuyor. Geçen iftar vaktinin getirdiği ihtiyaç ile birleşen amatör balıkçılık hislerini, o soğuk göllerdeki tertemiz alabalıkların tereyağında pişerken çıkaracağı enfes kokuyu hayal ettirirken biz Boston’u geçtik. Ve nihayet New York semalarında alçalmaya başladık. Her yolcu öyle midir bilmem ama uçuş korkum olmamasına rağmen inişlerde ufaktan paniklerim. Neyse ki “touch down” ve yavaşlayan uçakla birlikte müthiş bir rahatlama ve şükür dolu bakışlar sadece benim değil, herkesin yüzünden okunuyordu. Âdet olduğu üzere kaptan pilot alkışlandı ve şimdi aprondayız.

Mesleğim yöneticilik ve planlama uzmanlığı ama terzi söküğünü dikemez kabilinden JFK havaalanına indiğimde aklıma üç saat sonra iftar olacağını hesapladığım, ama nerede iftar edeceğimi planlamadığım geldi. Malum, niyetli değilken bile, Manhattan’daki 20 bin lokantadan parmakla gösterilebilecek kadarı bize uygun yemekler sunuyor. Hem seferilik hakkını, yani bir nevi ikram-ı ilahiyi reddedip oruç tut hem de iftarda maazallah domuz ya da salyangozla karışmış bir yemek ye... Olacak iş değil tabii! Normal günlerde bölgedeki bol miktardaki yahudi lokantalarından faydalanmak en güvenlisi oluyor, zira onların haramları bizden de fazla ve domuz eti filan da bunlara dahil. Ama “İftar için de bunlara gidilmez ki kardeşim” diye düşünürken, beni havalimanından almaya gelecek olan çalışma arkadaşım olan İbrahim kardeşimi hatırladım. O eski bir New York’lu olarak en iyi yeri bilirdi şüphesiz. Aslında arkadaşlarımın hepsi evlerinde ağırlamaya can atarlar, ama New York’ta mesafeler uzak. Hemen iftar ardından işim olduğundan bir de git gel 150 km yol yapmak işime gelmiyor.

İbrahim beni arabaya aldıktan sonra iftar için bir yer tavsiye etmesini söylediğimde çocuk şoka giriyor. “Abi ne yaptınız ya. Böyle oruç olur mu vallahi bırakmam eve gidiyoruz.” Teşekkür edip iş planını sununca 48. Cadde’de bir Türk lokantası olan “Dervish”e gitmeyi teklif ediyor. Arabaya binmeden önceki pasaport kontrolü ve New York trafiği üst üste eklenince iftardan 45 dakika önce varıyoruz lokantaya. Tabi içeri girer girmez Ramazan’ın tadına dair hiçbir şeyin orada olmadığını farkediyorsunuz, zira yemek yiyenler Ramazan’dan bihaber midelerini doldurmakla meşguller. Fakat genelde Türkler’in çalıştığı lokantada İbrahim’i tanıyanlar hemen bizi üst salona alıyorlar ki, orada İstanbul’da dahi olmayan bir Ramazan havası esiyor. Hintlisi, Singapurlusu, Türkü, Amerikalısı, Almanı, dünya halkından Müslümanlar masalarda yerlerini alıp iftarı beklemeye başlamışlar bile. Sofralarda zeytin, hurma, tuz, pide, su... her şey hazır. Salatalar ve yanında halis zeytinyağı, buralarda hiçbir zaman canlı duyamayacağınız ezanı bekliyor. Gurbetle ilgili üst sınırdaki psikolojik durumum beni buradakilerin hepsine sarılıp hâl hatır sormaya zorlasa da, hakkımda oluşabilecek yanlış izlenimi bertaraf etmek üzere vazgeçip “kuru selâm” ile geçiştirmeye kalkıyorum ama bekleyenlerin hep bir ağızdan aldıkları selâm o günden geriye kalan hatıralar içindeki en tatlı iftariye olarak giriyor hafızama.

Geçmek bilmeyen dakikalar sonrasında bari televizyondan, hiç olmadı radyodan olsun ezan sesi duymayı beklerken oradakilerden birinin önceden ayarlanmış cep telefonundan hışırtılı şekilde çıkan ezan sesine bir dakika da kafadan ekleyip “Bismillah” demeden önce hissediyorum ki ezan su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaçtır, iftar vakti ise en temel ihtiyaçtır! Bu duygularla, aynı gün 103 meridyen doğuda sahur ederek başladığım orucumu vaktinde ama yedi saat gecikmeli olarak açıyorum. Eşimin İstanbul’da uyuduğunu ve iki saat sonra sahur için uyanacağını düşünüp Allah’ın zaman üzerindeki müthiş hâkimiyetini tefekkür ederek karnımı doyuruyorum.

Tabii, iftar vakti öncesinde bir de ince hesap yapmışım ki sormayın. Eh madem gelirken İstanbul’a göre davranmadık; dönerken de bunun intikamı alınacak elbette. Bugün nasıl yedi saat fazla oruç tuttuysam, dönüşte de normalden daha kısa tutmak hakkımdır, öyle değil mi?

İşlerimi halledip iki gün sonra dönüş yolculuğu için hazırlanıyorum. İstanbul’dan New York’a gündüz vakti yaptığınız yolculuk ters istikamette gece yapılıyor. Hızla gece gündüz çizgisi altından geçtiğinizden çok kısa bir gece yaşayıp öğleye doğru iniyorsunuz Yeşilköy’e. Uçak normalde iftardan az önce saat 17:45’te kalkıyor. Yükselirken iftar oluyor ve 1000 km hızla gündüze doğru uçtuğunuzdan bu sefer uçakta iftar sahur arası çok kısalıyor. Yolculuklarda yanımda GPS taşıdığımdan uçak penceresine tuttuğum cihaz milimi milimine koordinatları ve güneşin ufkun ne kadar altında olduğunu haber verebiliyor. Sahur vakti İngilizce’de “Astronomical twilight” olarak ifade edilen şeyle örtüştüğü için aslında bilmeden o anki koordinatlardaki sahuru verebiliyor cihaz. Kalkış tehirsiz gerçekleştiğinden hemen bir hesap yapıp yaklaşık bir sahur yeri ve saati hesapladım. Tırmanış tam olarak bitmeden servis yapılmadığı için iftarı yine biraz gecikmeli yaptık. Fakat bu sefer kararlıydım, yemek sonrası hostesi çağırıp kahvaltıyı normalden erken almak istediğimi not ettirdim. Fakat hostes iki adım atıp geri döndü ve sessizce sordu:

“Sahur için mi efendim?” “Evet” deyince “ama o saatte olmaz” dedi. Hesapladığım bölgedeki imsak vaktinin yarım saat sonra olduğunu bildirince, önceki yolculukta edindiğim kamusal alan izlenimi de zihnimde gümlemiş oldu. Hafiften bir sitemle dedi ki “Öyle oruç olmaz, İstanbul’da açacaksanız oranın sahur vakti ne zamana denk gelirse o zaman sahur yapacaksınız, yani bu verdiğiniz saatten üç saat önce!” demez mi? Ben giderken öyle yapmadım yedi saat geç iftar yaptım, güneşin durumuna göre hesap yapmak gerekiyor falan dedim, ama “Beni ilgilendirmez ama yanlışı yanlışla düzeltemeyiz.” demez mi. Sonra da kısa bir süre sonrasını bildirip ben o saatte sahur yemeğimi yiyeceğim, isterseniz bana katılırsınız deyip son kararımı sordu. Giderken yedi saat uzun tuttuğum orucun acısını çıkaramamanın getirdiği hayal kırıklığının, bu bayanın mesleğinin zorluklarına ve zorlamalarına aldırmadan taşıdığı ibadet aşkına duymaya başladığım hayranlığa karışmasıyla içimde beliren hisler içerisinde öneriyi mecburen kabul ettim.

İftardan sonra iki bardak kahve içtiğim halde yorgunlukla uyuya kalmışım. Kibarca uyandırıldığımda gördüm ki İstanbul’un sahur vaktindeyiz ve içinde bulunduğum kamusal alana inat özenle hazırlanmış nefis bir sahur kahvaltısı kağıt üzerinde söylenenin çok ötesinde önümde duruyor. Bu hostes kardeşimi kamusal alan ihlâlinden ötürü başının derde girmesi korkusuyla hiçbir zaman üstlerine övemeyeceğimi bilmenin ezikliğiyle sahurumu yaptım. O sırada hemen herkes uyuduğu için içerisi karanlıktı. Işığımı yakmamdan rahatsız olan hemen iki üç koltuk yanımdaki fötr şapkalı siyah takım elbiseli lüle saçlı malum bir ülkenin vatandaşının İngilizce “Gecenin bu saatinde yemek olur mu, şikayet edeceğim..” homurtularına aldırmadan keyifle yedim yemeğimi. Halbuki biz o anda İstanbul’a, yüzyıllardır dinlerin, inançların asla ayrımcılığa sebep olmadığı hoşgörü diyarına gidiyorduk.

Dönüş rotasında, güneş hızla yükselmeye başladığında önce batı sonra doğu Avrupa semalarından geçtik. Her seferde yaptığım gibi havanın açık olduğu yerlerde, Viyana önleri, Budapeşte, Mohaç, Tuna boyları, Tırnova, Şıpka geçidi derken ecdadın yüzyıllar önceki sefer yollarını kuşbakışı izledim ve buralardan şevkle sefere giden Osmanlı ordularını ve zaferle dönüşlerini hayal ettim ve ardından İstanbul’a indik.

Biraz kopya olacak ama “Amerika’nın en çok neyini seviyorsunuz?” diye sorarsanız, “Türkiye’ye dönüşünü” diye cevaplarım. Ayağınız memleket toprağından ayrıldığı anda, “Yok trafik rezaletmiş, vergiler yüksekmiş, hayat zormuş, kar yağınca hayat bitermiş, cehalet dizboyuymuş…” bunların hepsi sevimli geliyor. Döndükten kısa süre sonra ise çileler başlayıp sıkıldığımız anlarda, “Amerika’da olsa, şöyle olur böyle olur.” demeye başlasak da, oraya gitmek üzere bindiğiniz uçak tekerleklerini yerden kesene kadar sürüyor sitemler. Söz konusu sevimsizlikler bile âniden özlemle anılmaya başlanıyor.

Son olarak, kıtalararası orucu sorarsanız, bunun bir nasip meselesi olduğunu söyleyeceğim. Hayatta bir gün Ramazan’da ABD’ye uçmanız gerekirse, belki o sırada bazı zorluklar yaşasanız da, sonradan hafızanızda elemi gitmiş lezzeti kalmış hoş bir hatıraya dönüşecektir.