Geçtiğimiz ay Time dergisinin kapağa taşıdığı “Bizi Farklı Kılan Ne?” başlıklı evrim teorisine dolaylı olarak genom projesi üzerinden destek sağlamaya çalışan yazı, aslında tam tersine, evrim teorisini çürüten bir öze sahip.
Evrimciler, maymun ile insan genleri arasındaki çok küçük farkların bu iki varlık arasındaki devasa bilişsel ve ruhsal farklara neden olduğunu söylüyorlar. Ama söyledikleri, aslında bu iki varlık arasındaki pek çok farkın evrimcilerin dayandıkları materyalist zeminde asla izah edilemeyeceğini apaçık ortaya koyuyor. Yani, maymundan insana evriliş efsanesinin gen yapısı içerisinde dişe dokunur bir karşılığı yok.
Sahip olduğu sayısız açmaza rağmen hâlâ bilimsel bir gerçek gibi gösterilmeye çalışılan evrim teorisinin hayat bulduğu en büyük alanlardan biri de hiç kuşkusuz medyadır. Bazı kuruluşların yayınlarında evrim teorisini savunan ve teoriyi ispatlanmış bir gerçek gibi göstermeye çalışan haberlere düzenli olarak rastlamak mümkündür. Oysa evrim teorisi her türlü bilimsel dayanaktan yoksundur ve pek çok aleyhte delille tamamen çürütülmüş durumdadır.
Son zamanlarda evrimciler İnsan Genomu Projesi çerçevesinde ortaya çıkarılan sonuçları da çarpıtmakta ve bu sonuçları bozuk mantık örgülerine malzeme edinmektedirler. Bu doğrultuda özellikle şempanzelerin genlerinin insan genleriyle %99 benzerlik gösterdiğini iddia ederek, bunun evrim teorisine bir delil oluşturduğunu ileri sürmektedirler. Oysa genomlar arasındaki benzerlik canlıların birbirlerinden türediklerini ispatlamaz. İnsan, genlerini pek çok canlıyla belli oranlarda paylaşmaktadır. Örneğin nematod solucanlarıyla... Bu solucanlarla insanın DNA’ları arasında %75’lik bir benzerlik vardır, ama bu durum insanın %75 solucan olduğunu göstermez. Aynı şekilde, şempanze ile insanın DNA’larındaki %99’luk benzerlik de, insanın %99 şempanze olduğu anlamına gelmemektedir.
Geçen ay, Time dergisinde canlılar arasındaki genetik benzerliğin evrime işaret ettiği aldatmacasıyla ilgili bir makale yayınlandı. Zaman zaman evrim teorisiyle ilgili haberlere yer veren derginin Michael D. Lemonick ve Andrea Dorfman adlı yazarları tarafından kaleme alınan makale “Bizi Farklı Kılan Ne?” (What Makes Us Different?) başlığını taşıyor. Ne var ki evrimi çürüten gerçekler evrimci bakış açısıyla ele alınmış makalenin bizzat içinde gizli. Bu ifadelerden biri şöyle:
“Genom üzerindeki küçük değişiklikler aradaki tüm farkı ortaya çıkarmıştır. Tarım, dil, sanat, müzik, teknoloji ve felsefe gibi icraatlar bizleri şempanzelerden ayırır. Bunlar bizim genetik kodumuzda anlık fraksiyonlar içine kodlanmışlardır. Şimdiye kadar hiç kimse bunların nerede olduklarını ve nasıl çalıştıklarını bulamamıştır, fakat hücrelerimizin çekirdeği içerisinde bir yerlerde avuç dolusu aminoasit vardır ve bunlar spesifik bir sıralamada düzenlenmişlerdir. Böylece şempanzelerden daha iyi düşünebilen ve daha iyi işler yapan beyin gücü ile donanmışızdır. Bunlar bize konuşma, yazma, okuma, senfoniler besteleme, şaheser resimler yapma ve moleküler biyolojiyi araştırma yeteneği vermektedirler.”
Görüldüğü gibi yazarlar şempanzeyle insanı ayıran özelliklerin farkında olsalar da, bu farklılıkların yine genlerden kaynaklandığını ve hücre çekirdeğinin içerisinde henüz keşfedilemeyen bir yerlerde saklı durduklarını ileri sürmektedirler. Oysa bu farklılık moleküllerle, aminoasitlerle ifade edilebilecek kadar basit değildir. O yüzden, materyalist bakış açısına sahip evrimciler tarafından hiçbir zaman hücrenin gizli saklı kalmış bir köşesinde bulanamayacaktır.
Evrim teorisini savunan bilim adamlarını bu kabil kördüğümlere götüren şey, maddî manevî her ne olursa, onu madde planında bulmayı umut eden bir bakış açısıdır. Nitekim şekerden, fosfattan ve karbon-hidrojen-azot-oksijen bileşiklerinden oluşan molekül zincirlerinin insana sevgi, saygı, sadakat, fedakârlık gibi asil duyguları, estetikten, sanattan zevk alma, sanat eserleri ortaya çıkarabilme, medeniyetler kurma, olayları analiz etme, okuma, yazma gibi yetenekleri kazandırabilecekleri, insan ruhu ve ondan da öte melekût boyutu devre dışı bırakılarak asla mantıkî bir çerçeveye oturtulamaz.
Çünkü kendisi sadece bir program olan DNA ya da genlere yapıcı bir kudret isnad edildiği zaman, bunların insan vücudunda yapıyor göründükleri şeyleri neredeyse mutlak bir şuur ile yaptıklarını kabul etmek lâzım gelir. Halbuki böyle bir şuur, sadece kendi yaptığı işler üzerinde bir bilgi ve kudret sahibi olmaktan öte, etki yaptığı tüm beden hakkında, hatta bedenin ilişki içinde bulunduğu tüm kâinat hakkında bir bilgi sahibi olmayı zorunlu kılar. Bu durumun saçmalığı apaçık belli olmasına karşılık, materyalizmin gözünü kör ettiği evrimci bakış açısı, hücrede yahut genlerde gördüğü her faaliyeti, sadece bu yapıların maddesine atfetmeye âdeta kendisini mecbur bilmektedir.
Evrimciler ruhu göz ardı etmektedirler. Oysa, ruh yok sayıldığı takdirde insandan geriye sadece bir et ve kemik yığını kalır. Bir et ve kemik yığınının ise düşünmesi, fikir yürütmesi, dinlediği bir müzikten zevk alması, baktığı bir manzaradan hoşlanması ve Lemonick ile Dorfman’in de yazılarında belirttikleri gibi senfoniler bestelemesi, şaheser resimler yapması ve moleküler biyolojiyi araştırma yeteneğine sahip olması mümkün değildir.
Aslında DNA’daki benzerlikten yola çıkarak canlıların birbirlerinden türediklerini iddia etmenin mantıksızlığı pek çok evrimci tarafından da dile getirilmektedir. Örneğin Prof. Steven Jones muz ve insan arasında %50 genetik benzerlik bulunmasının insanın %50 muz olduğu anlamına gelmeyeceğini söylemektedir. Nitekim iki farklı canlıdaki genler aynı olsa bile, bunların tamamen farklı şekilde çalışabildikleri bilinmektedir.
RIKEN Genomik Bilimler Merkezinden Todd Taylor ise şempanzenin 22. kromozomuyla insanın 21. kromozomunu karşılaştırmış, ardından Nature dergisi 27 Mayıs 2004 tarihli sayısında bu araştırmanın çok önemli farklılıklar ortaya çıkardığı haberine yer vererek araştırmayı, “Şempanze Kromozomu Şaşkınlık Yarattı!” başlığıyla duyurmuştur.
Evrimcilerin genetik benzerliğin evrime delil teşkil ettiği yönündeki iddialarının çarpıklığı bazı proteinler üzerinde yapılan analizlerde ortaya çıkan sonuçlara bakarak da anlaşılmaktadır. Nitekim bu analizler insanı genetik olarak başka canlılara da yakın gibi göstermiştir. Örneğin Cambridge Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmanın sonucuna göre insan ve tavuk birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmektedir. Aynı araştırmaya göre insanın bir sonraki en yakın akrabası ise timsahtır!
Evrimciler insanda 46, şempanze ve gorillerde ise 48 kromozom bulunmasını da insan ile maymun arasındaki genetik benzerlik konusuna bir başka delil olarak kullanırlar. Oysa patatesin kromozom sayısı da şempanzeninkiyle aynıdır ve evrimcilerin çarpık mantığına göre patates de insanın akrabası sayılmalıdır.
Binlerce farklı bilimsel bulgu arasından sadece işlerine yarayanı ön plana çıkararak toplumu aldatmaya çalışan evrimciler maymun ile insan proteinlerinin bazılarının birbirine benzemesinden de “maymunun insanın atası olduğu” yönünde çarpık bir sonuç ortaya çıkarmaktadırlar. Oysa aminoasit dizilimindeki bir başka proteine bakıldığında, bu kez insan tavuğa veya solucana benzer çıkabilmektedir. Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, moleküler düzeyde hiçbir organizma bir diğerinin “atası” değildir ve diğerinden daha “ilkel” ya da “gelişmiş” de değildir. Üstelik insan bedeninin diğer canlılarla moleküler benzerliklerinin olması son derece olağandır, çünkü aynı elementlerden oluşmakta, aynı moleküllerden oluşan besinleri tüketmektedir. Elbette ki metabolizmaları ve dolayısıyla genetik yapıları birbirine benzeyecektir. Bu ortak malzeme evrimin değil, ortak yaratılışın bir göstergesidir.
İnsan genomunun şifresini çözen bilim adamı gerçekleri anlatıyor:
Önce İnsan Genomu Projesi’nin ne olduğunu ve neyi ortaya çıkardığını kısaca hatırlayalım. Bilindiği gibi evrimciler uzun bir süreden beri canlıların komplekslik düzeylerinin gen sayılarıyla orantılı olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak genom projesi kapsamında elde edilen sonuçlar açıklandığında insan ile hiçbir evrimsel akrabalık kurulamayacak canlıların genetik yapılarının veya gen sayılarının insanınki ile büyük benzerlikler içinde olduğu anlaşıldı. Örneğin, insan gen sayısı mısır gen sayısı ile aynıydı. İnsan ile meyve sineği arasında ise çok küçük bir genetik farklılık bulunmaktaydı. Teorilerinin çok sayıdaki bilimsel açmazını genom projesi ile kapatmayı umut eden evrimciler, projenin bu çarpıcı sonuçlarıyla bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardı. Elde edilen bulgular hayalî evrim şemalarını desteklemiyor, ne genler, ne fosiller, ne de canlıların morfolojik yapıları bu hayalî şema ile hiçbir uyumlu özellik sergilemiyordu.
Ne var ki bilim dünyasına çok önemli bir bilgi kazandıran ve evrimcilerin oyunlarını altüst eden İnsan Genomu Projesiyle birlikte, kim olduğumuzun belirlenmesinde genlerin çok önemli bir rol oynadıkları yönünde yanlış bir kanaat oluşmaya başlamıştı. Bu bilimsel keşifle beraber bazıları, insanın tüm karakter özelliklerine kadar her türlü özelliğinin genlerinde kodlu olup, insan hayatının bir formülden ibaret olduğunu düşündüler. Oysa proje üzerinde çalışan bilim adamları genlere gerçek dışı bazı roller yüklemenin yanlış olacağını belirterek bu yanlış düşünceye karşı insanları uyarmışlardı. Projeyi yürüten Ulusal İnsan Genomu Araştırma Enstitüsünün Başkanı olan ve geçtiğimiz aylarda Allah’a iman ettiğini açıklayan Dr. Francis Collins de 2001 yılında insanın DNA tarafından inşa edilmiş bir makine olmadığını ifade ederek yaratılışa dikkat çekenlerden biriydi:
“Birçoğumuz için DNA’nın insanlığımızın esas maddesi olduğu fikrini reddetmek için bilimin mekaniğinin dışında çok güçlü bir neden daha var. Bu, çok büyük bir gücün varlığına olan inançtır. Ama bazı bilim adamları ve yazarlar manevî eğilimi tamamen hurafe olarak kabul etmektedirler. Nitekim Richard Dawkins, “Bizler DNA tarafından inşa edilmiş ve amacı aynı DNA’nın kopyalarını üretmek olan makineleriz. Bu her canlı nesnenin yaşamak için tek nedenidir.” tespitinde bulunmuştur. Oysa gerçekten öyle mi? İnsan olmayı, bir bakteri veya böcek olmaktan ayıran bir şey yok mu?”
Francis Collins genom şifresini çözdükten sonra The Sunday Times’a yaptığı açıklamada yaptığı keşifle ilgili şöyle demiştir:
“İnsanlık hakkındaki tüm bilgileri ve sırları içinde barındıran 3.1 milyar harflik bu kitap karşınıza çıktığında ve sayfaları tek tek incelemeye başladığınızda, büyük bir hayranlığa kapılmadan edemiyorsunuz. Ben de bu sayfalara birer birer baktım ve bunlar bana Allah’ın bilgisi ile ilgili önemli ipuçları verdi.”
Dr. Collins şöyle devam etmiştir:
“Bir Yaratıcı’nın varlığına inanmak için elimizde pek çok delil bulunuyor ve hiç kuşku yok bilimsel buluşlar insanı Allah’a yaklaştırıyor. Eğer bir buluşa imza atıyorsanız, bu bilim adına büyük bir coşku vesilesidir. Uzun zamandır bu iş üzerindesinizdir ve nihayet keşfediyorsunuzdur. Öte yandan bu aynı zamanda Yaratıcı’ya çok yakınlaştığınız bir andır, çünkü sizin bulduğunuz şeyi o âna kadar hiçbir insan bilmezken, Allah onu daha en başından bilmektedir.”
Sonuç olarak, evrimi yerle bir eden sayısız delile rağmen evrimciler yaratılışı, dolayısıyla insan ruhunun varlığını kabul etmek istemedikleri için insanı bir madde yığınından ibaret görmekte ve bu çarpık düşünceyi insanlara kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Genlere şuur atfetmeye çalışmalarının ardındaki sebep budur. Bu tutarsız iddiayı ileri sürmeleri ise, ne kadar zor durumda kaldıklarının bir göstergesidir. Görülmektedir ki, eskiden taş ve tahtadan yapılma putlarda akıl ve bilinç olduğunu ileri süren putperestlerin yerini, günümüzde moleküllerde ve bu molekülleri oluşturan cansız atomlarda akıl ve bilinç olduğunu iddia eden evrimciler almıştır.