TR EN

Dil Seçin

Ara

Akılcılık Akıllılık mıdır?

Aklı ön plana alarak hareket etmek her zaman akıllıca mıdır?

Akıl ile nakil arasında nasıl bir nispet kuralım ki, ne aklımızdan olalım ne de akılcılık adına nakli yok sayalım?

 

İnsanın akıl sahibi olup olmayacağı kendi seçimine bırakılmamıştır. Böyle takdir edilmiş olması, şahsen aklıma daha çok yatıyor. Herhalde, ortada akıl diye bir şey yok iken, ona sahip olup olmama konusundaki kararımız pek isabetli olmayacaktı. Kaldı ki, akıl sahibi olmak bile, onca örneğin gösterdiği gibi, akıllıca hareket etmeyi garantilemiyor. Kişi aklını kullanmada akıllıca davranabilir de, davranmayabilir de. İnsanlar arasında aklını hiç kullanmamayı seçenler olduğu gibi, aklını kullanan herkesin aklını akıllıca kullandığını söylemek de mümkün değildir.

Akıl, en nihayeti, bir araçtır. İnsanın önündeki seçenekleri çoğaltmakta kullanılır. Fakat, bu güzel araç bazı insanların kafasında seçenekleri çoğaltmak yerine, kendisini tek seçenek olarak ortaya koyar, kendisini seçeneklerin merkezine yerleştirir. Tıpkı kansere dönüşen bir hücrenin hiç durmaksızın çoğalması gibi, kendisini başına buyruk ilan eder, kendi otonomisini kurar; tek kaygısı kendi işleyişi olur. Bu vakitten sonra güzel bir araç olmaktan çıkar, kötü bir amaca dönüşüverir. Kendini beslemek adına, kendisi olmaktan çıkar.

Batı felsefesi, Ortaçağdaki Hristiyanlık pratiğinin ağır baskısına tepki olarak, bu dinin şahsında temsil edilen vahye veya nakle akıl adına bir muhalefet yürütegeldi. Böylece aklın kullanıldığı, ama illa da vahye karşı kullanıldığı akılcılık akımı somutlaşarak zihinlere oturdu. Böylece, akılcılık, aklını hiç kullanmamayı yeğleyenlerin karşısına, aklını akıllıca kullanma seçeneğini getirip yerleştirdi. Oysa, Avrupayı Düşünmekle mâruf Edgar Morinin net ayrımıyla, akılcılık akıllılık değildir. Dahası, bana sorarsanız, akıllı olan akılcı olmaz.

Zira Ortaçağ Avrupası’nın aklı Hristiyan ruhbaniyetinin tayin ettiği özel bir teoloji içine hapsetmesine karşılık, akılcılık da aklı tıpkı iki ayağı birbirine bağlanan insan gibi kendi içine mahkum etmeyi seçti. Mahkumun bir ayağındaki pranganın zinciri duvardan çözüldü, ama bu defa diğer ayağına geçirildi. Bu defa, akıl, yürümek adına aksamaya razı oldu. Nakle karşı duran ya da ilgisiz kalan akıl, kendi kendine tabi olan, kendi normlarını kendi üreten bir makineye dönüştü. Bu makine, aklın işleyişine gelecek eleştiriyi de baştan kapatarak, bir başka dogmanın yerine kendini dogma olarak besledi. Morine göre, akılcılığın işi, kâinatı doğruluklarından kuşku duyulmayan postülalardan yola çıkılarak kurulan tutarlı bir sisteme hapsetmek ve o sisteme uymayan her olguyu, her düşünceyi reddetmektir. Makinenin dişleri böylece kurulunca, akıllı eleştiriden kaçmak isteyen düşünce ve inançları tutarlı bir biçimde haklı gösterme” görevi başlar. Meselâ, bilimsellik” akılcılığın sıkça kullanıldığı sistemlerden biridir. Bilimsellik sisteminde, kâinat olguları doğruluğundan kuşku duyulmayan postülalardan yola çıkılarak anlaşılır ve anlatılır. Ne zaman bilimselsistemle çelişen bir olgu ile karşılaşılırsa, hazır bir cevap vardır: Bu, bilimsel değildir; o halde inceleme dışı bırakılmalıdır.” Görünüşte, bilimseldeyimi, bize bir uzmanlık alanını diğerlendiren ayırmada kullanılan masum bir çentik gibi belletilmiştir. Oysa, bilimseldeyimi, pratikte bir olgunun var olma hakkını belirleyen, ona hayat bahşeden ya da ipini çeken cellat gibi iş görmektedir. Sözüm ona bilimselolmayan şey incelenmeye değmez, dikkate değmezdir; yani var olma hakkı yoktur. Böylece başında aklın ölçüleriyle belirlenmiş bir sınır, aklın meşguliyet alanının sınırını da çiziyor. Oysa olması gereken cevap, Bu olgu bilimsel değil; o halde benim bilimsel dediğim çerçeve bu olguya dar geliyor olmalı. Ya çerçevemi genişletmeliyim ya da çerçevenin dışına çıkmalıyım.”dır.

Akılcılıkla din adına taassubun karşı karşıya durması ya da karşı karşıya konuşlandırılması ilk bakışta bizi bunlar arasında bir seçime zorlar. Oysa, ihtiyacımız bunlar dışında bir seçenektir. Mesele, bunlardan birini diğerine tercih etmek değil, bunların ikisine tercih edeceğimiz bir seçenek bulmaktır. Zaten ikisinin birden karşısındaki seçeneği öğrendiğimizde, bu ikisini aslında aynı kefeye yerleştirdiğini, yani birini diğerine tercih etmeye değmediğini anlayabiliriz.

Bu seçeneği keşfetmenin anahtarı şu soruda yatar: Akıl ve nakil arasında nasıl bir nispet kuralım ki, ne Ortaçağ Avrupası gibi din daha doğrusu dindarlar uğruna aklımızdan olalım, ne de akılcılık adına nakli yok sayalım?

İslâm ulemâsı nakil ve aklı birlikte var kılmanın yolunu öteden beri belirlemişlerdir aslında: aklın nakle tâbi olması. Tâbi olmak ve teslim olmak tabirlerinin, modern alışkanlıklara müptela zihnimizde bir taassup çağrışımı uyandırması normaldir. Bu çağrışımın yersizliği bir yana, aklı ve nakli birlikte muhafaza etmenin başka bir yolu da yoktur. Zira aklımızı nakle tâbi ya da teslim etmediğimiz durumda yukarıdaki iki seçeneğin arasına düşer ve akılcılığa mahpus oluruz. Naklin de en azından bir veri olarak, bir enformasyon kaynağı olarak aklın önünde hazır beklemesinde aklın kaybedeceği bir şey yoktur. Yani, akıl illâ nakli reddedecekse, bunu nakli yok sayarak değil, nakil üzerinde kafa yorarak yapmalıdır. Zaten, nakli başından yok saymak, aklın önünden eleyeceği bir şeyi kaldırmak demektir ki, bu da aklın kullanılmaması anlamına gelir. Şu halde, aklı nakle tâbi ya da teslim etmek demek, nakil adına aklı çalışmaktan alıkoymak diye anlaşılmamalıdır;

Akıl ancak nakille birlikte olduğunda çalışır. Aklı nakle tâbi kılmak ve teslim etmek, aklı nakle tâbi ve teslim ederek işlettirmeyi ifade eder.

Aklı çalıştırmak adına nakli yok saymak (akılcılık) da, nakli aklı devreden çıkararak kabul etmek (taassup) de karşı kefede durur. Beri kefede, akıllılık kalıyor.