Müslümanlar arasında “Hak yücedir. Hiçbir bâtıl ona üstün gelemez” hükmü, yaygın bir kanaattir. Aynı mana, “İslâm yücedir, hiçbir bâtıl inanç, ona üstünlük kuramaz.” (Buhari, Cenaiz 80; Acluni, Keşfül-Hafa, I/112) mealindeki hadisle de teyit edilmiştir.
Bu doğru ve yaygın hükümle, günümüzde İslâm âleminin içinde bulunduğu durum, görüntü itibarıyla bir çelişki arzetmektedir. Hak ehli, pek çok yerde bâtıl ehli karşısında yenik düşmüş ve geri kalmış haldedir. Gayr-i müslimler, Müslümanlara hâkim ve galip durumdadırlar. Yeryüzünde kuvvetin, hakka üstünlük kurduğu gözlemlenmektedir.
Hakkın yüce ve üstün olduğu hükmü ile realitedeki bu zıtlığı nasıl izah edeceğiz?
Allah’ın rahmetinin böyle bir galebeye müsaade etmesinin hikmeti nedir?
…
Bâtılın hakka galip gelmesine yol açan sebepleri Bediüzzaman Hz.’leri, Lemaat adlı eserinde dört maddede toplar:
1. Madde:
Hakkın kullandığı her vesilenin, hak olması lâzım iken, bunun her vakit böyle olduğu söylenemez. Yani hakkın bâtıl vesileler kullandığı zamanlar ve durumlar olabilir. Aynı şekilde bâtılın her vesilesinin de bâtıl olması zorunlu değildir.
Yani bâtılın da hak vesileleri kullanması söz konusu olabilir. Bu durumda hak vesileyi kullanan tarafın, bâtıl vesileyi kullanan tarafa üstün gelmesi kaçınılmazdır.
Bu hükme bir misal verecek olursak şöyle diyebiliriz:
Bir işin idaresini ehil olan kimseye vermek, o işte başarılı olmanın en önemli vesilelerinden biridir. Bu hak vesileye kim riayet ederse, teşebbüs ettiği işte muvaffak olur.
Müslüman, işlerini ehline vermek yerine; namaz kılan, dindar, ancak işinin ehli olmayan birine teslim ederse, hak bir vesileyi terkettiği için, o işte başarılı olamaz.
Gayr-i müslimin ise işlerini ehline vererek hak vesileye yapışması, ona başarı kapılarını açar. İşi ehline vermeyen Müslümana, bu yolla üstün ve galip gelebilir.
İşi ehline vermek gibi, ilme değer vermek, bilenlerle istişarede bulunmak da hak vesilelerdendir. Kim bu hakvesilelere sarılırsa, inancı ne olursa olsun, dünyada başarıyı ve üstünlüğü elinde tutar.
Kuvvetli olmak da yine dünyevi başarının hak vesilelerindendir. Kuvveti ihmal ederek zayıf haliyle, hakkı ayakta tutmak, üstün kılmak mümkün değildir. Âdetullah kanunlarına aykırıdır.
Bu gerçek ışığında özetle şöyle diyebiliriz: Hak vesilelere sarılan bir bâtıl ehli, hak vesileleri terkedip bâtıl vesileleri kullanan bir hak ehline dünya hayatında daima üstün gelir.
Bu durumda bâtılın hakka üstün gelmesi söz konusu değildir. Belki hak vesilenin bâtıl vesileye galebesinden bahsedilebilir.
Bâtıl, hakka, kullandığı hak vesilenin yardımıyla dünyada geçici bir süre üstün gelse de ahirette mutlak üstünlük ve zafer, hakkın bizzat kendisinindir.
2. Madde:
Bir Müslümanın her vasfı ve davranışı, İslâm’a uygun olması vacipken, realitede bu böyle olmayabilir. Yani Müslümanda bâtıl sıfatlar, gayr-i İslâmi vasıflar ve meşru olmayan davranışlar bulunabilir.
Aynı şekilde bir kâfirin her vasfı ve sıfatı da küfrünün gereği olmayabilir. Yani kâfirde İslâm’a uygun davranışlar görülebilir.
Bu gerçeğe de şu misali verebiliriz: Ticarette dürüst olmak, sözüne güvenilir olmak, çevresine karşı sabırlı, hoşgörülü, cömert, saygılı davranmak hak bir vasıftır. Müslümanda bu vasıfların bulunması, inancının gereğidir. Ancak realitede her zaman bu, böyle olmayabilir.
Sahtekârlık, acelecilik, cimrilik, tembellik, kabalık vasıflarına sahip Müslümana da rastlanabilir. Gayr-i müslimde ise işinde ve insanlarla ilişkilerinde son derece güzel ve olumlu vasıflar görülebilir.
Bunun anlamı şudur: Bazen hak ehli Müslüman, İslâm’a zıt vasıflar ve davranışlar içinde iken; bâtıl ehli olan gayr-i müslim, İslâm’a uygun vasıf ve davranışlar sergileyebilir.
Bu durumda, zafer ve üstünlük, insan ilişkilerinde hak vasıflara sahip olan kimselerde olur. Dürüst bir gayr-i müslim, ahlaksız Müslümana her zaman üstünlük sağlar. Bu hal ise, hak inancın bâtıl inanca yenik düşmesi değildir. Hak vasıf ve davranışların, bâtıl sıfatlara üstün gelmesidir.
…
Allah, yarattığı mahlûkata hayat vermede ve dünyada başarılı kılmada, iman-küfür ölçüsünü yani inanç durumunu esas almamıştır. İlim sahibi olmayı, çalışkanlığı, dürüstlüğü, teenniyi, fikir alışverişini, özetle diyecek olursak insanların muamelelerindeki kaliteyi ön plana almıştır. Kimin muamelesi düzgünse, inancı bâtıl bile olsa dünyada başarı ve üstünlüğe erişir. Kimin muamelesi düzgün ve kaliteli değilse, cezaya, mağlubiyete müstehak hale gelir. Burada mağlup olan hak değil, hakka riayetsizliktir, dürüstlüğü çiğnemektir.
3. Madde:
Allah Teâlâ’nın insanları uymakla yükümlü tuttuğu iki kanunu vardır. Birisi kitaplar ve peygamberler göndererek bildirdiği dinî emir ve yasaklarıdır. Diğeri de irade sıfatıyla kâinata koymuş olduğu, yaratılış kanunlarıdır. Bu kanunlara, tekvini yasalar, âdetullah, sünnetullah isimleri de verilmektedir. İnsanlar, Allah’tan gafletle bu yasaları, Tabiat Kanunları diye de isimlendirmişlerdir.
Allah’ın koyduğu her iki kanun için de uyulması halinde mükâfat, çiğnenmesi durumunda mücazat (ceza) söz konusudur. Ancak dinî emir ve yasaklara uyup uymamanın mükâfat (ödül) ve cezası, ekseriyet itibarıyla bu dünya hayatında değil, ahirette verilmektedir. Namaz kılmayan insan, bu dünyada ceza görmeyebilir. Onun cezası ahirettedir.
Aynı şekilde namaz kılan da namaz kıldığı için, dünyevi işlerinde başarıyla mükâfatlanmayabilir. Çünkü namazın mükâfatı ahirettedir.
Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunlarına, insanın uyup uymamasının mükâfat ve cezası ise ahirete bırakılmaz. Dünyada verilir.
Mesela: Ateşin yakması, tekvinî bir kanundur. Bu sebeple herkes ateşten kendini korumalıdır. İnsan ateşe karşı tedbir alırsa, onu kendine faydalı hale bile getirebilir. Aksi takdirde, kendini de, malını ve mülkünü de yanıp kül olmaktan koruyamaz.
Ateşin yakıcılığı, iman-küfür tanımaz. Herkesi ve her şeyi yakar. Bu durumda, mesela yanıcı maddelere karşı tedbirli bir gayr-i müslim ateşte yanmaktan kendini koruduğu gibi, ateşin ısıtma, pişirme gibi özelliklerinden faydalanma cihetine de gidebilir.
Yanıcı maddelere karşı gafil davranıp tedbir almayan bir Müslüman ise bu dünyada kendini yakıp kül edebilir.
Burada ateş karşısında, bâtılın hakka, küfrün imana üstün gelmesi söz konusu değildir. Tekvinî kanunlara riayet edenin etmeyene üstün gelmesi söz konusudur. Çünkü tekvinî kanunlara riayet, doğru ve hak bir davranıştır. Tekvinî kanunlara uygun davranmamak ise yanlış ve bâtıl bir tavırdır.
Yanlış bir tavır, hak bir tavır karşısında daima yenik düşmeye mahkûmdur. İnancı ne olursa olsun.
Mesela zehir içmek, ölmeye ve hastalanmaya sebeptir. Zehrin panzehirini bulup kullanmak ise zehrin zararından kurtulmaya yol açar. Zehir içenin veya panzehir kullananın Müslüman veya kâfir olması, inanç itibarıyla hak ehli veya bâtıl ehli olması, bu neticeyi değiştirmez.
…
Bazen de Allah’ın her iki yasası (hem dinî hem tabiat yasası) bir noktada birleşirler.
Mesela: Temizlik kanunu, hem dinin bir emridir hem de bir tabiat kanunudur. Temizliğe riayet etmeyen, ahirette Allah’ın temizlik emrini çiğnemesinin cezasını görürken, dünyada da, mikrop kapmak suretiyle hastalanarak tekvini kanunları yerine getirmemesinin peşin cezası ile karşı karşıya kalır.
“Atmaca kuşu, serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder.” (18. Söz)
4. Madde:
Bazen hak, güç kaybedip zayıflar veya içine bâtıl unsurlar karışır, safiyetini yitirir. Bilfiil olan üstünlüğünü elden kaçırır, bilkuvve (potansiyel) üstünlüğünü korumaya devam eder.
Kuvvetini yitirmiş, safiyetini kaybetmiş, gücü minimuma inerek bilkuvve duruma düşmüş olan hakkı, yeniden kuvvetlendirmek, gücünü takviye etmek, karışıklığını temizleyerek tekrar saf ve net hale getirmek için, tek bir yol ve tek bir çare vardır. O da bâtılı hakka musallat etmektir.
Bâtılın, hakka karşı üstünlük ve savleti, onu harekete geçirir. Gücünü toplamaya, yanlışlardan kendini arındırmaya, inkişaf etmeye başlar. Neticede kendini yeniden yapılandırarak, bâtılın karşısına taze bir güç ve saf bir hüviyetle dimdik çıkar. Bâtılın üstünlüğüne son verip eski haşmet ve azametini yeniden elde eder.
…
Diyelim ki tüm çabalara rağmen, dünyada hak bâtıla galebe edemedi, bâtıl üstün halde iken kıyamet koptu.
Ahiret âlemi, hak ile bâtılın ayrışma yeridir. Hak bütün güzellik ve detaylarıyla bâtıldan ayrılacaktır. Zafer, üstünlük ve galebe, sadece hakkın olacaktır. Bâtılın tüm kötülüğü, çirkinliği, haksızlığı ortaya çıkacak, görülecektir.
Görüldüğü gibi, dünyada geçici bir süreliğine bâtılın hakka galip ve üstün gelmesi söz konusu bile olsa, bu üstünlük müebbet ve daimi değildir. Son raundda galebe hakkındır.
“Vel-akıbetü lil-müttakin” hükmü, bâtıla öldürücü son darbeyi indirir. Bâtılı tüm çirkinlik ve karanlıklarıyla birlikte cehenneme yuvarlar.