TR EN

Dil Seçin

Ara

Cemreler Düşerken... / Deneme

Çok şey dışımızda olup bitiyor. Oluşumunda sözümüzün geçmediği, gücümüzün yetmediği çok şey... Ve bizden habersiz...

Bizi ve ilgili olduğumuz birkaç insanı içinde yoğuran evimiz üzerinde yoğunlaşırken, evimizle birlikte milyarlarca evi içine alan büyük evrende neredeyse sayısız işlem yürütülmektedir. Sadece isimlerini bildiğimiz gezegenlerde kim bilir neler oluyor. Mevsimleri arka arkaya dizen o şaşırmayan düzen... Bize bırakılsa hiçbirini gerçekleştiremeyeceğimiz, ama onlarsız da edemediğimiz milyarlarca oluşum... Evet, dışımızda koca bir evren var. Habersiz olduğumuz, üzerinde düşünmediğimiz için neredeyse önemsemediğimiz olmazsa olmaz bir hayat atölyesi... Kendi üzerimize kapandığımızdan, dört tarafımızda sıralanmış ilişki ağında kendimizi yitirdiğimizden, dışımızda olup biten ve sonuçta yaşamamızı imkânlı kılan bu hayat atölyesinde çıkan sesleri duyamıyoruz. Sanıyoruz ki, biz her şeyiz; her şey, bizden ve yaşadıklarımızdan ibarettir. Hayatı ve varlığı böylesine daralttığımız içindir ki, çoğu zaman kendimizi hapishaneye tıkılmış hissediyor, boğulmak üzere olduğumuzu düşünüyoruz. Hiç şüphesiz bu bir yanılgı; çok az şeyle kurduğumuz hayatımız; muhteşem bir zenginliğin, hareketin, renkliliğin ortasında yaşanan bir yoksunluk ve durgunluktur, dahası renksizliktir. Hadi itiraf edelim; biz kendimize yazık ediyoruz.

Çok şükür ki, kendi hâlimize bırakılmıyoruz. Varlığa içkin muhteşem akış sürdürülüyor.

Birbirinin üzerine yığılan günlerin, adına ‘şubat’ denen mevsime demir attığı vakitlerdi. Hayat kışın içinden geçiyordu. Dokunduğumuz her şey soğuk elbiseleri içindeydi. Hava desen, zemheriydi. Nefes alıp verdiğimiz, dışına çıkılması imkânsız bir şeydi hava; ona mahkûmduk. O ise, canımızı yakıyordu. Kendimizi içlerine attığımız evlerimizde yanan sobalarla ısıttığımız çok az bir havayla yetiniyorduk. Mecburiyetten sokağa çıktığımızda, yanımıza aldığımız az bir sıcak havayı, giydiğimiz kışlık elbiseler içinde korumaya alıyorduk. Evcilleştirdiğimiz bu havayla soluklanırken, yabanıl bir yüz olan kışı suratına geçirmiş havalar da yüzümüze çarpıyor, göğsümüzü dövüyordu. Bir muharebe içindeydik; havalar bize saldırıyor, biz ise savunmadaydık. Nihayet bir gün, varlığın diline katılmış şey, cemre, havaya bir yerinden dokundu. Cemre havaya düştü; yüzünde bir çocuk öpücüğü oldu havanın. Hava kıştan soyundu; yüzündeki soğuklar bir bir düştü. Barışa ikna edilmiş saldırganın mazluma uzanan eli gibi, havalar da biraz daha katlanılır oldu.

Ve sular... Üzerinden esen hırçın rüzgârlardan kendisine dökülmüş soğuklarla buza tutulmuştu. Yaz sıcaklarında kendimizi kollarına bıraktığımız, koynunda tatlı düşler gördüğümüz sular değildi artık. Kıyılarımıza sokulan denizleriyle, denizlerinde büyüttüğü dalgalarıyla hırçın yüzünü gösteriyordu. Uzaklara giden gemilerimize dört koldan saldırıyor, çoğu zaman korkutuyor ve bazen de yolculuklarımızı yarıda kesiyordu. Sular yine maviydi ama, uzun zamandır güneş ışınlarından yoksun yüzünde tebessümler yakamozlaşmıyordu. Bu korkutuyordu bizi. Çok geçmeden sular da cemreyle tanıştı. Cemre, beyaz bir martı gibi kondu sulara. Sular, başı bir anne eliyle okşanmış kızgın bir çocuğun sükûnetine kavuştu. Işığa kapanmış siyah bulutlar gökten çekildi. Güneş kendine açılan yollardan sulara kadar yürüdü, bir öpücük kondurdu ona, öptüğü yerlerde yakamozlar oluştu.

Toprak, hava ve sudan farklı değildi; zemin olduğu bir önceki hayatların ölümüyle kara bir yas elbisesi giyinmişti. Çıldırmış soğuk rüzgârlar yüzünde patlıyor, üzerindeki yas elbisesini şişirip duruyordu. Kar yağıyordu toprağa; yüzlerini gökyüzüne dikmiş, bir yerlerden yeni hayatlar dileyen gözeneklerini kapatıyordu. Toprak sanki ölmüştü; kurumuş dudakları, üzerinden geçen sel sularıyla örtülüyordu. Ama topraktan gelen insanlar, bu muhteşem varlıktan umudunu kesmemişti. Ölüm bir son değildi, yeni bir diriliş için kendisinden geçilen bir kapıydı. Sonunda havaya ve suya olan toprağa da oldu, cemre ona da düştü. Zemheri yoktu artık, lodos yerini imbata bırakmıştı. Toprağı örten siyah yas elbisesinin aralıklarından rengârenk elbiseler görünüyordu. Bahar yakındı, nisan kapıya dayanmıştı ve durduğumuz yerlere uzaktan bakan dağların kuytularında papatyalar başlarını çıkarıyordu.

Biz kendimize kapanmışken, birkaç şeyle sınırlı hayatımızı zindana dönüştürüp hayatı hayatımızdan ibaret görürken cemreler düştü. Oluşumunda sözümüzün geçmediği, bize bırakılsa hiçbirini gerçekleştiremeyeceğimiz, ama onlarsız da edemediğimiz çok hadise yaşandı. Yaşamımızı imkânlı kılan hayat atölyesine bahar geldi. Katı olan şeyler buharlaştı. Hayat yumuşadı. Hava, su ve toprak, çocuklara bir oyun parkı olan bahara ebelik yaptılar. Şimdi bu parktan, orada oynaşan yeryüzü çocuklarından bir soru geliyor:

Hayata müdahale eden, yeryüzü çocuklarının geleceğini kuran büyüklerin kalbine, cemre ne zaman düşecek?