TR EN

Dil Seçin

Ara

Daha İyi Bir Hayat

Daha iyi yaşama telaşının, gitgide hayatın tek mümkün biçimiymiş gibi görünmesi ne anlama geliyor? Daha iyi bir hayat, gerçekten daha iyi midir?

 

Kapitalist üretim tarzının, doğası gereği, azmanlaşarak dünyayı global bir pazara dönüştürmesinin yol açtığı sonuçlardan biri de, bir zamanlar insanların gündelik hayatlarının akışı içinde basit bir yer tutan satın alma” eyleminin, giderek hayati bir faaliyet hâlini alması oldu. Bugün, piyasanın kabiliyetli sözcülerinin de yardımıyla(!) çabucak öğrendiğimiz gerçek şudur: Satın alma hevesimiz, ancak hayatta kalma isteğimiz kadar hafife alınabilir.

Abarttığımız düşünülebilir; oysa vardığımız yargının olanca abartısı bile, karşımızdaki— doğrusu, içinde bulunduğumuz—olgunun aşırı”lığına yetişememektedir. Kendisini sınırlayacak her şeyden bağlarını kopararak gemi azıya almış üretimin, hâkimiyetini tartışmaya kapalı biçimde kabul ettirmesi; ve bu olgunun sürekliliğini güvenceye alacak çapta bir tüketimin kışkırtılmasıyla dünyanın aldığı biçim açıkça ortaya koymuştu: İnsanın, böylesine zıvanadan çıkmış işleyişin içinde kayda değer bir hayatı olacaksa bu, iyi bir müşteri rolünü ne kadar benimsediği ile ilgilidir artık.

Maddi üretimin, işleyiş sürecine dahil ettiği her şeyi metalaştıran karakterinin, insanın nesneler karşısındaki yıkımını nasıl hazırladığı, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupasında eleştirel felsefenin ve edebiyatın ağırlıkla üzerinde durdukları mesele olmuştu. Aklın ışığında yeniden kurulan dünyanın insanlık için her alanda mutlu bir ilerlemeye sahne olacağına duyulan inanç, toplama kamplarında ve atom bombasının altında parçalanmıştı. İnsanlık, nasıl oluyor da fizikî ve ahlâkî yıkımını böylesine şehvetle gerçekleştiriyordu? Savaşın, Batılı aydınların fikirleri üzerinde sarsıcı etkileri oldu. Onların, dünyanın bu yeni görünümüne şahit olan bakışlarındaki dehşet, savaş alanında duygudan tümüyle yoksun bir makinenin saldırısı karşısında donakalan bir askerin bakışlarına yapışan dehşetle özdeşti. İnsanın, kendi elleriyle ürettiği nesnelerin saldırısına uğramasındaki akıl dışılıkta, aslında tam da saldırı amaçlı nesnelerin üretilmesini kaçınılmaz kılan ekonomik aklın görkemli zaferi ışıldıyordu.

Savaş sonrası ortaya çıkan tablo—neredeyse bütün toplumların savaşın yol açtığı yıkımları unutturacak rahatlığa ve zenginliğe sahip bir hayat talepleri, ama taleplerine neyin cevap verebileceğinin belirsizliği—maddi üretim sürecini daha da yoğunlaştıracak bir keşfe yol açtı: İnsanın üretilebilirliği.

Üretilecek nesnelerin (meta, mal) maddi koşulu olarak çoktandır bir araç durumuna düşmüş olan insan, artık üretilmiş olanı talep eden ve satın alan bir “şey” olarak da bu araçlık durumunu pekiştirecekti. Metanın piyasada görünüşü öncelik kazanmıştı ve o metanın karşılayacağı ihtiyaç zaten sürecin içinde üretime eklenmişti. İhtiyacın üretilebilir olduğu keşfedilmişti. Üstelik yalnızca ihtiyaçlarla sınırlı değildi üretilebilir olan: Zevkler, hazlar, bir metanın karşılığı olarak insana ait her duygu yeniden ve sınırsız biçimde üretilebilirdi. Bir ürüne sahip olmadığı, onu eline almadığı zaman kendini eksik, aşağılanmış, hayatın dışında hissedeceği biçimde kişi sürekli, yeniden üretilebilirdi. Psikoloji ve davranış bilimlerinin insan ruhunda başlattığı kazılar, bu yeniden üretimin imkânlarını çoğaltacak şekilde derinleştirildi.

Sürekli ve yeniden üretilen insanların birbirleriyle ve nesnelerle olan ilişkilerini, hayat tarzlarını ortaya koyan kültürün, var olanı, önceden üretilmiş olanı “tüketme” üzerine kurulması kaçınılmazdı. Bundan böyle daha iyi bir hayatadına dile getirilecek her talep, nesnel karşılığını hep ‘önceden üretilmiş olanda bulacaktı. Şöyle de diyebiliriz: Önceden üretilmiş olan, daha iyi bir hayat talebini de üretecekti, durmaksızın.

Bugün neredeyse hiç kimse daha iyi bir hayat isteyip istemediği hususunda tereddüt içinde değil. Kimse, yeterince iyi yaşadığına dair bir tatmine ulaşmış görünmüyor. Her zaman ve her şartta, yaşadığımız hayatın yetersizliğine bizi ikna eden, ne kadar çok şey elimizin altında olsa da hep sahip olduğumuza inandıklarımızdan daha fazlasının dışarıdakalmasıdır. Hayatın, yalnızca nesneler aracılığıyla görünmenin bir alanı haline gelmesi, dışarıdakalanların—veya dışında kaldıklarımızın—hayatımıza yönelik kesintisiz bir saldırının nesnelerine dönüşmesi anlamına da gelir. Basit bir satın alma işini gerçekleştirdikten sonra duyduğumuz tatminin, bir saldırıdan kurtulmanın verdiği rahatlamayı andırması tesadüf değildir.

Tüketim toplumlarında, insanın nesnelerle ilişkisinin ucubeliğe varan deformasyonu çoktan açığa çıkmışsa da, ahlâkî yozluğun mazereti olmayı sürdürüyor. Herkes, elinin altında tuttuğu, sahiplik iddia ettiği şeylerin gerçekte kölesi durumuna düştüğünün az çok farkındadır. Evini son modaya uygun biçimde dekore etmenin maliyetini hesaplayan; daha konforlu, daha hızlı, daha gösterişli bir otomobile sahip olmak için hangi ihaleyi nasıl kapacağının hesaplarını yapan kişi, daha iyi bir hayat” adına tüm çabasının son kertede bir saçmalıktan öteye gitmediğini görmekte zorlanmaz. Hızına yetişemeyeceği cehennemî bir rakiple yarışmaktadır sanki. Ama bunu fark etmesi bir aydınlanma anlamına da gelmeyecektir, çünkü kişi kendisi için bu akıl dışı işleyişin haricinde bir hayat ışığı görmemektedir. Bütünüyle tüketimin alanı hâline gelmiş hayata, ancak bir müşteri olarak tutunabileceğini sezmektedir. Saçmanın hakikat düzeyinde işlediği ve böylelikle bilincin felce uğratıldığı pozisyon sürekli yinelenir. Kişi, keşfettiği ânda saçmanın öfkesine yenilmekten kurtulamıyordur.

Saçmanın toplumsal alana yansıması, haksızlığın derinleşmesi ve insanî olanın her yerde gözden yitmesi olacaktır. Pratik karşılığının, satın alınabilir olanın vaat ettiği paketlenmiş zevklerde ve rahatlıkta aranıyor olması, daha iyi bir hayat talebinin tam da ne kadar paran varsa o kadar iyi yaşarsın.” sözünde dile gelen burjuva ahlâkının en kaba ilkelerinden birine hizmet ettiğini ispatlamaktadır. Çoğu insanın berbat koşullarda yaşıyor oluşunu, onların kendi yetersizliklerinin ve dünyayla uyumsuzluklarının sonucu olarak normalleştiren bu ahlâk, daha iyi yaşamaya yönelik sınırsız hırslarının peşinde koşanların vicdanî bekçiliğini üstlenmiş görünüyor: Başkalarının sefaletinde, kendilerine bulup çıkaracakları hiçbir suçluluk payı yoktur. Aksine, sefaletin o tehditkâr ve zehirli havasını solumaktan duydukları korku, daha iyi yaşamak için ödeyecekleri her bedeli hafifleştirmeye yarar. Bu, kopkoyu bencillik bile olsa... Böylelikle, yoksulluğa duydukları nefretin, yoksullara yönelik bir aşağılamaya dönüşmesi de zor olmayacaktır.

Kişinin, daha iyi yaşamanın mümkün olduğuna ve herkes kadar bunu hak ettiğine duyduğu kesin inançtan beslenen taleplerinin yansıttığı histerik karakter, onun özel dünyasını, bütün toplumsal rol ve ilişkilerini belirlerken, doğru bir hayat”ı hatırlatabilecek son izleri de silmektedir: Kişi, herhangi bir çıkar endişesiyle zehirlenmemiş yakınlıklar kurulabileceğine inanmıyordur. Herhangi bir şeye, onu eline geçirme isteğine kapılmadan bakamıyordur artık. Sahip olduğuna inandığı, elinde tuttuğu şeylerden, onlara muhtaç durumda bulunanlara verebilme ve bundan mutluluk duyma yeteneğini yitirmiş görünüyordur.

Yine de yılgınlık uyandırıcı bu karanlık tabloya rağmen, insan için beslenebilecek umut tükenmiş değildir. Bu umut, insanın dünyada bulunuşunun anlamını ona kazandıracak olan hakikat”le kuracağı bağla ilgilidir. İnsan, bu bağı kurabildiği zaman anlayacaktır ki, hayat doğumla ölüm arasına sıkışmış bir süreçten ibaret değildir ve o, yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır. Yaratılmış olması itibariyle her şeyle eşittir, hayatının devamına hizmet eden hiçbir şey üzerinde sahiplik iddia edemez, tahakküm kuramaz. Yine hiçbir şeyin ve hiç kimsenin kendi üzerinde tahakküm kurmasına izin veremez, bunlar daha iyi bir hayatın göz kamaştıran vaatlerini temsil ediyor bile olsalar...

Hakikate yakınlaştıkça, bilinç, açığa çıkaracaktır: Daha iyi bir hayat değildir doğru olan... Doğru hayat, daha iyidir.