TR EN

Dil Seçin

Ara

Aşkla Donanmış İlim

Aşkla Donanmış İlim

San Fransisco’da gündüz güneşi, insanı hiç hissettirmeden yakıyor yakmasına ama gece, yerini kuru bir ayaza bırakıyor. Bir kez daha Ameri­kan Psikiyatri Birliği toplantısı için ABD’deyim ve bu toplantıdaki en büyük kazancım, iki büyük ustayı dinleyerek, onlarla kısa sürelerle de olsa hoşbeş edebilmek. Robert Cloninger ve Irvin Yalom, ışıl ışıl bilgelikleriyle ruhumuza pansuman yapıyorlar. Bir ömür boyu biriktirilmiş olan hikmeti cömertçe paylaşıyorlar. Tuhaf ama psikiyatrinin en önde gelen kişilik kuramcısı olan Cloninger, insanın metafizik tarafları tanınma­dan tam manasıyla tanımlanamaya­cağını, insanda kendisinden daha büyük bir düşünceye bağlanma ve inanma ihtiyacının saklı olduğunu söylerken, Yalom daha kuşkucu ve materyalist bir anlayışı benimsiyor. Yalom, Güneşe Bakmak adlı son kitabında ölümle konuşmayı sür­dürüyor. Vardığı sahil Epikür’den başkası değil, “ölümle başım hoş çünkü o geldiğinde ben olmayacağım.” Psikoterapiye açıklığı, dürüstlüğü ve insan olmanın her türlü zaafını açıkça kabullenebilmeyi taşımış olan bu üstat terapist, Seneca’dan ilham aldığını gizlemiyor: “İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değil.” 

lrvin Yalom’un ölüme bakışı varoluşçu düşüncenin ateist kanadıyla sınırlı, keşke Kierkegaard’a yolu daha fazla düşseydi. Ve keşke bizim topraklarımızın büyük bilgeleriyle bir nebze haşır neşir olabilseydi. Mevlana’nın ölüme bakışını bilse, bu sularda azıcık da olsa kulaç atsaydı. Bize dünyanın iyi niyetli ama eksik bir okumasını sunuyor ve önerdiği bir reçete yok. 

Öte yanda Cloninger, Doğu düşüncesiyle de boğuşmuş ve İbn Arabi’yi tanıyıp sevecek kadar oralara sokulmuş birisi olarak, bize aşk ve iman olmadan yaşanan bir hayatın beyhudeliğini anlatıyor. Onunla kişisel dostluğumuzu bilen ve Türkiye’nin önemli üniversitelerinden birisinde öğretim üyesi olan bir arkadaşım, üstadın konferansını dinlemiş, ‘senin adam’ diyor bana, ‘uçmuş yahu’. 

Üstat Cloninger, psikiyatri biliminin en önde gelen birkaç isminden birisi ve genetik araştırmalardan kişilik kuramlarına dek pek çok alanda araştırma yürüten ve herkesin saygı duy­duğu bir isim. Türkiye’de kafalarımıza öylesine pozitivist bir format atılmış ki, böylesine saygın bir bilim adamı çıkıp da insanın manevi boyutundan bahsettiğinde gözler yuvalarından fırlıyor, akıl dumura uğruyor. Dünya, bilimin dinle ve inançla daha fazla konuştuğu bir zamana giriyor. İnterdisipliner ça­lışmalar olmadan, bilim ve felsefe, bilim ve din, din ve felsefe birbirlerine dertlerini tam manasıyla anlatmadan insana dair bütüncül ve şifalı sözler söylemek güç görünüyor. 

Burada bulunduğum süre içinde Stanford Üniversitesi ile ve Kaliforniya Üniversitesi’nin ünlü Berkeley kampusunu ziyaret etme imkânı buldum. İkinci kez gittiğim Stanford, Endülüs mimarisini andıran Mağribi esintileri ve harikulade yeşil alan kullanımıyla beni bir kez daha büyüledi. Her iki üniversite de ABD’de ilerici ve özgürlükçü düşünceleri temsil eden, alanlarında önder kurumlar. “Bana bir kütüphane verin ve etrafında kocaman bir üniversite kurayım” demiş Berkeley’in eski rektörlerinden birisi. Yüz yıl önce kurulmuş olağanüstü güzellikteki kütüphanesi insanı etkiliyor. Her iki üniversitede de o kadar çok yeşil alan var ki gençler burada sadece akıllarını çalıştırmıyor, ruhlarını da dinlendiriyor. İşin sırrı adam gibi üniversiteler kurabilmekte. Siz gençlerinizi doğru dürüst eğitebildiğinizde, oradan yenilikçi ve cesur fikirler çıkabildiğinde, toplumunuzda yanlış giden pek çok şeyi de o fikirlerle düzeltebilirsiniz.

San Fransisco, bana bu sefer, sahip olduğu üniversite­leriyle güzel göründü. Şehrin turistik mekânları hiç ilgimi çekmedi. Yaşlanıyor olabilirim. İyi üniversiteler, demokratik üniversiteler, gençlere nasıl düşünülebileceğini, nasıl soru sorulabileceğini, statükonun nasıl sorgulanabileceğini öğreten üniversiteler, Türkiye’nin en öncelikli meselelerinden birisi. Kuru ayazın soğuğundan pırıl pırıl güneşlere kaçmak için bize ilim gerek. Aşkla donanmış, kâinatla sarhoş olmuş, yedi cihanı içine sığdıran bir ilim.