TR EN

Dil Seçin

Ara

Akıl Nedir? Akla Övgü?!

Akıl Nedir? Akla Övgü?!

Akıl kavramı ve türevleri Kur’ân-ı Hakîm’de yüzlerce kere zikredilir. Belki üzerine en çok fikir yürütülen mevzulardan birisidir. Aklın fikir, idrak gibi aletleri olup bunlarla diğer varlıkları, âlemi vesaireyi keşfeder. Sadece bununla sınırlı kalmaz, beşer aklından söz ediyorsak, kendi hakkında da fikir yürütebilen bir mefhumdan bahsediyoruz demektir. 

Akıl, gördüğünden, bildiğinden, tanıdığından hareketle gör(e)mediğine, bil(e)mediğine ve tanı(ya)madığına insanı ulaştırabilecek bir istidadı (yeteneği) taşır. 

Fikri, herhangi bir şeyin baş ile sonunu düşüncesel düzeyde birbirine bağlama ve idrâki (derk) de, somut bir meselenin derinliğine nüfuz ettirme yetisi olarak tanımlarsak; bu ikisinin birlikteliği aklın bağlaçlığına önemli ölçüde hizmet eden bir alet olurlar. 

Akıl, yalnızca kendisi için çalışabilecek bir cihaz olmaktan, yalnızca kendisini maksat edinmesinden çok, keşfettikleriyle Keşfettirici’ye intikal ettiren bir vesile olmalıdır. 

Bu öncüllerden sonra, yazının geri kalan kısmında aklın sosyal ve sosyolojik oluşumunun dışavurumlarına değinmek istiyorum. 

Her bir işte kendi aklını bir mihenk taşı telakki eden akıl, kendisine üstün gelen başka bir akla rast geldiği zaman, ona karşı bir-iki alternatifli bir strateji gütmesi gerekir ki, galip gelsin veya en azından mağlup olmasın. Deliller, bulgular ve verilerle akıllar birbirlerini ikna edemediklerinde, ister istemez başvuracakları yol—eğer pes etmek veya tâbi olmak istemiyorsa—toplumsal normatif değerlere ters düşen birtakım taktikleri ihtiva edecektir. 

Aklın, doğruyu yanlışı birbirinden ayırttırarak ilkine tabi ettiren ve ikincisine mesafelendiren bir mekanizma olduğunu düşünürsek, galip gelme veya en azından mağlup olmama güdüsüyle hareket edeceğinden, galibiyete gidecek her yol akıl için makul sayılır. Fikir ve idrak de buna göre tecessüs ve entrikacılığı önceleyen bir surete bürünür. Böyle hayali bir bağlamda, akla ilham veren şey İlâhîlik olmaktan çok, yalnızca dünyeviliğin içerisindeki galibiyet-mağlubiyet kodları akla musallat olur. 

Akıl bir diğer akla—delil üreterek ikna etme yolunu tesis edemediğinde—farklı ayak oyunlarıyla muamele etmeye başlar. Sosyal olaylarda güç istencinin, galip gelme güdüsünün, şehvet ve gadap dürtülerinin şirazesini koparan, aklın fikir ve idrak aletleriyle materyalist boyutu da aşarak, adeta yalnızca kendi ihtiraslarının fikrî ve idrâkî dengesizliklerinde kaybolmasıdır. Bu şekilde işlev gören bir akla ne derecede doğru çalışan bir akıl denir, bilemiyorum. Eğer akıl hakikaten keşfettirici bir alet ise, o zaman onun sosyal olaylara tepki ve reaksiyon olarak tecessüse ve entrikacılığa dalması, tam anlamıyla onun keşfettirici, ilerletici ve yüceltici varlığından ve işlevinden bir kopuşu simgeler. Akıl artık başta değildir, zira kendisini başa getirecek işlerle meşguliyeti terk ettiğinden, ayakların derekesine geriler. Nitekim tecessüs ve entrikacılıkta ayak oyunlarından başka bir vazifeyi ifa ettiğini de düşünmüyorum. 

Ne tuhaftır, o kadar çok keşfedilmesi gereken hazine-i rahmet vardır ki, hem âlem-i şehadette hem de âlem-i mânâda, sosyal olaylar karşısında şirazesini koparan akıl, yörüngesini kaybettiğinde işlevi ne dünyalığa ne de âhiret işlerine yarar. Neye yarar, bence artık kendi de bilmez. Ama dışarıdan bu tarz akılların birbiriyle ilişkisine, iletişimine ve eylemlerine baktığımızda görürüz ki, bu tarz akıllar egosantrik menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda kendi ulvi fikir ve idrak aletlerini köreltirler. 

Akıl aslında kendisi bir hazine ve kendi başına Mâlik-i Hakiki’yi keşfettirecek bir zenginlikken, sosyalliğin güdümünde boğulur. Dünyayı fikren ve idraken yutmak onun doygunluğunun bir zerresine bile hizmet edemeyecekken, mahiyetini unuttukça veya dalmaması gerekenlerle dalaştıkça kendini öğütmeye başlar. Ta en sonunda kendisinden hiçbir şey kalmaz. Nitekim, Nietsche de felsefeyi çekiçle put kırmaya benzetirken, zamanının sonlarına doğru aklını kaybederek akıl çekiciyle kırmak istediklerinin kendi aklına mal olduğunu gösteren en acı örneklerden biridir. 

Akıl, her neyi ararsa arasın, herhangi sosyal sisteminde amel ederse etsin, kendi maksadını aştığında daha dünyevi hayatta gayyaya düşecek tecessüs ve entrikayı kendi nefsine yaşatmaya başlar. Aklın da bir nefsi, yani özü vardır, buna muhalefet edeceğim diye yaşadıkça, kavrulur; kavruldukça yanar; yandıkça da yakar. Bundan mütevellit her zaman deli olmak delilik değildir, nice akıllılık varsayımları delilikten öteye geçemeyen bataklıklarda saplanmayı bildirir. Ama gören gözler kör oldukça, o gözler bakar körlere tebeddül ettikçe; gördükleri eşyanın mahiyetini de değiştirirler. Eşyada gördüğümüz suretler aynıdır, eşyaların, varlıkların ve sosyal hadiselerin görünen yüzleri aynıdır; fakat aklın onlara yüklediği anlamlara göre, onların mahiyeti, yani iç yüzleri ve anlamları muazzam değişiklikler arz eder. Mesele, hangi aklın zaviyesinden baktığımıza bağlıdır. Mesele, aklın ve işlevinin de bir ve tek olduğunu anlamaya bağlıdır. 

“Akıllar adedince doğrular, doğrular adedince de yorumların olduğu akıllılık veya delilik midir?” bu sorunun cevabı da muallakta kalsın.