Kadınlık durumunu ‘dişi’liğe indirgeyip insan olarak, eş olarak ve anne olarak kadını âdeta yok sayan çağdaş uygarlığın eşine az rastlanır bir pişkinlikle İslâm’ı sürekli ‘kadını ikinci sınıfa iten din’ olarak itham altında tutması, yaşadığımız çağın en yaman çelişkileri arasındadır. Gelin görün ki, bu çelişki zihinlerdeki hükmünü ve söylem olarak iktidarını koruyor.
Ve bu yüzden, yaşadığımız çağda ehl-i imanın en ziyade üzerinde durduğu konulardan birini, ‘İslâm’ın kadına verdiği değer’ oluşturuyor. Cahiliye döneminin kadınlar açısından arzettiği trajik şartlardan İslâm’ın kadınlara getirdiği haklara uzanan bir çizgide, ‘İslâm’ın kadına verdiği değer’ sıklıkla vurgulanıyor.
Elbette, âlemler Rabbinin Ezelî Kelâmı olarak Kur’an’ı insanlığa tebliğ eden ve onun hayatlarımıza nasıl taşınacağını hayatıyla ve sözleriyle açıklayan Hz. Peygamberin ilgili hadislerini de bilhassa zikrederek!
Nitekim, “Cennet annelerin ayakları altındadır.” mealindeki o güzelim hadisi hepimiz işte bu yüzden ezbere biliyoruz.
Ne var ki, böylesi hadislerle süslenmiş bir ‘İslâm’ın kadına verdiği değer’ söylemi, yine de, gerek Batının, gerek dünyanın her tarafındaki Batılılaşmış zihinlerin İslâm’la, özelde ‘İslâm’da kadın’la ilgili önyargılarını kırmıyor, kıramıyor. Zira, başta da belirttiğimiz gibi, Batı medeniyeti içinde gelişen ‘kadın hakları’ akımı, bir eş ve bir anne olarak kadına karşı bir ‘dişi’ olarak kadını önceliyor; ‘eş’liği ve ‘anne’liği ise, kadına karşı haksızlığı mümkün kılan unsurlar arasında görüyor. Açıkçası, ruhunu ve bedenini nefsinin serbest kullanımına açık tutan bir ‘dişi’liği özgürlük olarak değerlendirip anneliği bir tür esaret olarak gören bir anlayışla anneliği zaten yolun başında aşağıladığı için, “Cennet annelerin ayakları altındadır.” gibi bir güzelim sözü, kadına değer veren ve değerli kılan bir söz olarak algılayamıyor.
Maamafih, tam da burada, insanın aklına itiraz kabilinden bir soru gelmiyor değil: ‘Anne’ olarak kadını değersizleştiren bir uygarlık, neden ‘Anneler Günü’ gibi bir gün ihdas etsin ki?
Oysa, böyle bir günün ihdas edilmesi dahi, ‘anne’liğin Batıda uğradığı aşınmayı ve değer kaybını net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu uygarlık içinde ‘anne’nin değeri, hatırı ve hukuku unutulmuş olmalı ki, bunları hatırlamak için bir gün ihdas edilmiş bulunuyor. Hem de ne gün!
Koca bir yıl boyu evlerinde yalnızlığa, yahut sözümona ‘huzur’ içeren bakımevlerinin kuytularında hüzne itilen; şefkatle bakıp büyüttüğü ve şimdi de kendilerinden sevgi ve ilgi beklediği nazarların uzağında kader ortağı yaşıtlarıyla birlikte günlerini geçiren anneler o bir günde kendileri için bir işe yarayıp yaramayacağı meçhul hediyelerle ‘sevindirilir’ iken, kazanan annelerden ziyade, kapitalizm oluyor!
Bütün bunlara rağmen, ‘anne’lerin Batı uygarlığı içinde yine de ‘şanslı’ oldukları söylenebilir. Çünkü, yaşlandığında eşiyle aynı muameleye maruz kalan babaların durumu annelerin durumundan daha hazin olduğu için, genel olarak ‘baba’lığa yüklenen anlam, ‘anne’liğe yüklenen anlamdan da gerilerde duruyor. ‘Anne’nin hukukunun bile ihmal edildiği bir zeminde, ‘baba’ figürü, ‘erkek-egemen’ bir dünyanın baş müsebbibi olarak ve de ‘maço’luğun sembolü olarak daha da fazla aşağılanıyor.
Ama, ‘Anneler Günü’nden sonra, ayıp olmasın diye ihdas edilmiş bir “Babalar Günü” yok değil. Ancak, o gün için ‘Anneler Günü’ndeki kadar öne çıkan bir ‘kutlama’dan söz etmek de mümkün değil. Kaldı ki, olsa da, bu ‘kutlama’, annelere tahsis edilen gün gibi, esasen büyük mağaza zincirlerinin patronlarına yarıyor. Ve ilginçtir, istatistikler, ABD gibi Batı medeniyetinin sembolü haline gelmiş bir ülkede en fazla karşıdan ödemeli telefon görüşmesi yapılan günün ‘Babalar Günü’ olduğunu gösteriyor. Yani, çağdaş uygarlığın görücüye çıktığı bu diyarda pek çok evlat ‘baba’sının ‘günü’nü o gün münasebetiyle yaptığı telefon görüşmesinin parasını babasına ödeterek kutluyor!
Bununla birlikte, kötüye gidişlerle iyiye gidişlerin sürekli iç içe olduğu şu dünyada, bu çağdaş uygarlık tabloları arasından ‘kışta bahar’ manzaraları çıkarmak, hatta uzun vadede hayra tebdil olunabileceği umudu veren ‘trend’ler yakalamak da imkânsız değil. Meselâ, söz ‘baba’lardan açıldığında, 70’lerin sonunda yayınlandığında büyük yankı uyandırmış, 80’lerde sinemaya aktarıldığında bu etkisi daha da ziyadeleşmiş bir romanın, Kramer Kramer’e Karşı romanının yazarı Avery Corman’ın bir sözünü hatırlamak gerekiyor. Erkekle birlikte kadının da çalışma hayatına atılmasının, hele hele kadının çalışma hayatında erkekten daha başarılı olabileceğini isbat çabasının, açıkçası ‘kadının erkekleşmesi’nin aile, baba, anne, ama özellikle de çocuk açısından sonuçlarını irdeleyen romanın yazarı, bütün bunlara rağmen, “Biz erkekler feminizme teşekkür borçluyuz.” diyor ve bu borcu şöyle gerekçelendiriyor: Kadın ‘anne’liği ihmal edince, biz babalar, çağlar boyu baba olarak hep içimizde gizlediğimiz şefkati daha bir rahatlıkla dışa vurur hale geldik.
Tam da burada, kırk yılı aşkın bir süre İslâm üzerine ve başlangıçta İslâm’a karşı araştırmalarda bulunmuş bir oryantalisti, W. Montgomery Watt’ı hatırlıyor insan. Watt, akademik hayatının son demlerinde yazdığı Islam and Christianity Today adlı kitabının bütününde başlangıçta İslâm karşıtı duygularla yola çıkmış bir oryantalist olarak İslâm’a karşı ‘çatışma’ duygusundan zaman içinde ‘anlayış, saygı ve diyalog’ çizgisine nasıl ilerlediğini anlatırken, kitabının bir yerinde, bir Hristiyan olarak İslâm’ın kelime-i tevhidini, yani ‘Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu’ kabul ettiğini belirtiyor. Ama unutmayalım; bunu bir Hristiyan olarak söylüyor. Ve hemen akla gelen bir soruya, İslâm’ın tevhid akidesini Hristiyanlıktaki Baba-Oğul kavramlaştırması ile nasıl telif edebildiği sorusuna şöyle cevap getiriyor: İncil’lerde Cenab-ı Hakka atfen ‘Baba’ sıfatının kullanılması, ve İsa’nın şahsında insanın ‘Oğul’ olarak nitelendirilmesi, lafzî değil, sembolik bir düzlemde anlaşılmalıdır; ‘Baba’, şefkat ve kudrete beraberce sahip olmanın, aynı anda hem güç hem de şefkat sahibi olmanın, sevdiğini görüp gözetmeye muktedir bir halde sevip şefkat etmenin sembolüdür. İşte Allah biz kullarını âdeta bir babanın oğlunu sevdiği şekilde sevdiği için İncil’lerde Baba-Oğul sembolizmi kullanılmaktadır!
Watt’ın getirdiği bu açıklamanın teolojik boyutu bir tarafa, baba, gerçekten de bu durumda değil midir? Baba, zahirde bir sertlik ve iktidar görüntüsü taşısa bile, ‘şefkat’in dışavurumunu normal şartlar altında ‘anne’ye ihale etmiş biri olarak, kendi şefkatini içten içe taşımaktadır. Sadece insanlık âleminde değil, bir bütün olarak mahlukat âleminde bu böyledir. Baba, ailesi ve evlatları için kendi rahatından feragat eder, gerektiğinde kendini feda eder. Koç, kuzuları ve koyunlar uğruna kendi bedenini kurtlara siper eder. Horoz, bir yerde bir yem bulduğunda yem yiyormuş gibi heyecanla küçük taşları ağzına alıp, tavukları ve civcivleri yemi yemeye çağırır. İnsanlık âleminde de, baba, başka hiçbir şeye feda etmediği haysiyetinden yalnızca çocukları için feragat eder. Hayatının en güzel zamanlarını çocuklarının rahatı için çalışmakla geçirir. Onların rahatı için, onların uzağında rızık peşinde koşar. Çocuklar annelerinin onlara aldığını giyerler; ama bu giysilerin alındığı parayı eve baba getirir. Çocuklar annelerin yaptığı yemekleri yer; ama bu yemeklerin malzemesi, babanın alınteriyle alınmıştır.
Sözün kısası, annenin çocukların üzerinde büyük hakları vardır. Ve bu haklar o derece büyüktür ki, Kur’an’ın Allah’ın üzerimizdeki haklarından sonra vurguladığı en birinci hak, annelerimizin bizim üzerimizdeki haklarıdır. Ve yine bu yüzden, hak ve hatır gözetmede birinci sırada tutmamız gereken kişinin annemiz olduğunu bize bildiren birçok hadis-i şerif bulunmaktadır.
Ki, ‘İslâm’da kadın’ üzerine bunca saldırının olduğu bir zamanda, bu hadislerin en azından bir kısmını biliriz ve vurgularız. Nitekim, biliriz ki, “Cennet annelerin ayakları altındadır.”
Ancak, bilmeyiz ki, anneler için böyle buyuran kudsî nebi (asm), babaların hakkını ve hatırını da unutmamıştır. Bilmeyiz ki, onun babalar hakkında şöyle bir hadisi vardır: “Baba, cennetin orta kapısıdır.”*
‘Annelerin ayakları altında’ olan cennete tam da ‘orta kapısı’ndan girebilmeye ne dersiniz?
‘Annelerin ayakları altında’ olan cennete tam da ‘orta kapısından girebilmek için, annelerimizle birlikte babalarımızın da gönlünü hoş tutup, onların üzerimizdeki haklarını hiç unutmamaya ne dersiniz?
* Ensar’dan Ebu’d-Derda (radıyallahu anh)’ın rivayet ettiği bu hadis tam olarak şu şekildedir: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın: ‘Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı terket, dilersen muhafaza et.’ dediğini işittim.” Bkz. Tirmizî, Birr, 3.