Kâmil (kemale ermiş, olgun) bir insan olabilmek uğraşı, insanın dünyaya gönderilmesinden çok önce başlar. Aslında insanın bir dane olarak ana rahmine düştüğü avandan itibaren başlar. Eğer kâmil bir insan olmayı, oldu bitti diye anlamazsak; kâmil bir insan olmayı, kemale sürekli yürümek, sürekli daha nasıl kâmil hasletler edinebilirim şeklinde yorumlarsak, o zaman bu kemal yolculuğunun sonu olmadığını çabucak kavrarız.
Buradan hareketle, insanın bir pıhtı, bir dane olarak ana rahminden itibaren doğumuna kadar geçirdiği evreleri hatırlarsak, hep bir kemale doğru giden süreçle karşılaşırız. Tamam, artık iş tam bir kıvama geldi dediğimizde, rahim artık o bebeği kendinde tutmak istemez; ister ki, rahm-ı mader hayatından çıksın ve istidatlarını ve duygularını geliştireceği âlem-i şehadet, dünyaya ve imtihan diyarına atılsın. Evet, korunaklığını kaybeder, çünkü artık korunaklılık içerisinde geliştirdiği maddi ve manevi cihazatını denemesi, açması ve geliştirmesi gereken diyardadır. Ama bu diyarda dahi, ilk başlarda, hele ilk iki ila altı yılda annesinin ve babasını şefkat, merhamet ve ilgi-alakası olmasa, yine kemale doğru gitmesi mümkün olmaz. Bu kemal hem maddi hem de manevi kemaldir; gerçi rahm-ı maderde dahi böyledir, hatta daha öncesinden de; ama bunlar buranın konusu değil.
Kemale doğru koşarak büyüyen insan, koştukça büyür, büyüdükçe koşar; sanki zamanla yarışır ki, büyüsün. Büyüsün ki, kemale artık kendi irade ve iktidarıyla koşabilsin; eğer koşması gereken kemalin ne olduğunu on-beş yaşına kadar bilip öğrenmişse… Yoksa, pusulasını şaşırmış gemi gibi, rotasının belli olmadığı karanlıkta bir deniz yolculuğunda kemali çabucak noksana dönüverir. Şayet on beş yaşına kadar bu ilmi, irfanı ve ahlaki temeli almışsa, o zaman kemale doğru koşarak büyüyen fert bilir ki, evet artık bağımlı ve bağlı olduğum dönem bitti; ama “HÛ”ya bağlanmam gereken, ki zaten aslında hep ona bağlıydım, dönem başladı. Takliden gelişen “HÛ” bilgisi, artık kendisinden tahkiken yeşermeye başladığında, kemale giden yolculuğu hakikaten başlar. Eğer iç dünyasına zerk edilen, emanet edilen, bırakılan ve konulan duygularının doğru kullanımını da bu büyümesine ve kemale gitmesine eşlik ettirirse, o zaman işte bireyin iç ve dış dünyası birden ve beraber kemale doğru koşmaya başlarlar.
Kemale koşmak, sadece maddenin zamana kafa tutmasında değil, aynı zamanda maneviyatın zamanı aşındırmasıyla mümkündür. Zamanı aşındırmaya çalışmayan iç dünyamız şayet maddenin zamanla yarışına eşlik etmezse, yetişmiş küçükler, büyüklenen bebekler veya makamlı makamsızlar neşv u nema bulur.
Peki, maddemizin zamana meydan okumasına eşlik etmesi, arkadaşlık etmesi, hatta aslında önderlik etmesi gereken enfüsi duygu ve ruh terbiyemizin kemale yürümesi, insanın madde ve manasıyla kemale yürümesine ne gibi bir katkı sağlar? Nasıl ana rahmine düştük, milyonlar ihtimalden bir ihtimalle Vâhibu’l-Hayat bizi sağlık, sıhhat, afiyet ve bereketle halk etti; bunun içine de rızasına gidecek yol için cüzdan ve cüzdanın için bir kılavuz bıraktı.
Bıraktığı cüzdanları duygularımıza ve yazdığı kılavuzu da duygularımızın kullanım biçimlerine benzetecek olursak, şunu anlarız: Duygular öylesine verilmemiş, kemale yürüsünler, zaman içerisinde, zaman sermayesini güzel istimal ederek kendilerinin inkişafını Allah’tan istesinler diye kılavuzla, yani kullanımlarını öğrenecekleri bir ilimle donatılmışlar.
Bu bağlamda, kâmil bir insan olabilmek demek, cüzdan ve kılavuzu birbiriyle fikren ve amelen buluşturmak demek. Duygularımızı (akıl, fikir, zihin, idrak, fikir, kalb, ruh, vicdan ve nefis gibi) doğru kullanım biçimleriyle kavuşturduğumuzda, işte o zaman hakikaten tam bir insan, sürekli mükemmelleşmeye çabalayan bir insan olmaya doğru mütemadiyen gayret ederiz.
Önceki yazılarda duyguları bir nebze tefekkür ederken, onların kullanım biçimlerine ve takvalarına işaret etmeye çalıştım. Kısacak hatırladığımızda, aklın maddeye ve manaya bakan veçhesinin olduğu, şüpheden uzak bir kesinliktedir. Maddesi itibarıyla akla muhatap olmanın, orada hapsolmanın zararı ne ise, manevi olarak akla baktığımızda ve onunla sadece o noktadan meşgul olduğumuzdaki zararıyla aynı. Bu sebeple, akıl doğruyu doğru olarak gösteren ve uyulmasını emreden bir şey ise, bu hem madde hem de mana için geçerli. Maddi hayatımızda akılla idrak edilen ve mantıkla onaylanan şeylere tabi olup da—bunların nefsî ve keyfî olmaması şart—mana için istediklerine uymadığımızda, kemalleşme yolculuğumuz çoraklaşır. Akıl sadece dünyadaki, maddedeki güzellikleri düşünmek, onlardaki estetikleri keşfetmek için bizde cüzdan olarak bırakılmış bir alet değil; o öyle bir alet ki, âlemdeki gördüklerimizden görmediklerimize bizi vasıl ettirebilecek bir cihaz. Bunun için de en değerli cihazımız. Kalp için, ruh için, vicdan için ve hatta nefis için aynı yaklaşım söz konusu.
Nefsi tekrar hatırlayarak bahsi kapatalım.
Nefis, insana emanet edilen belki en dünyevi unsur, o da zamanla maddeleşmeye ve zamanla yarışamaya hazır bir uzuvdur. Büyüyen, büyüdükçe de dünya talepkârlığı artan bir cihaz; ama aynı zamanda doymaktan vaz geçtiğinde, tatmaya başladığında, tatmayı başka bir diyarda kendisine verileceklere bir ön hazırlık bildiğinde sadece kendisini kemale sevk etmez, aynı zamanda diğer bütün duyguları da kemale yürümelerinden alıkoyacak işlevinden vazgeçer. Neticede insan-ı kâmil olabilmek, sadece oturup zikir çekmek ile mümkün değildir. Kâmil bir insan olabilmek, insanın maddesinin zamanla yarışına manasının eşlik, arkadaşlık, yoldaşlık ve hatta daha sonra önderlik, rehberlik ve öncülük etmesidir. Kemale yürüyen insanın ilk kemali; kemale yürümesinin, koşmasının hiçbir zaman sonunun olmayacağını idrak etmesidir. O şuur, bilinç ve anlayışla sadece kendisiyle uğraşmasıdır. Ne mutlu, kendisiyle uğraşma kemaline ermeye çalışanlara. Ne mutlu kemalini, kendisini yermekte ve onarmakta bulanlara.