TR EN

Dil Seçin

Ara

Kestirme Yol

Kestirme Yol

Bütün mucitlere, kâşiflere saygım sonsuz. Yazıyı icat eden Sümerlilerden, ampulün ve fonografın mucidi Edison’a; radyoyu geliştiren Marconi’den ilk demiryolunu, ilk lokomotifi ve madenciler için ilk feneri yapan George Stephenson’a; denizaltıyı, dalgıçlık malzemelerini ve buhar makinesini bulan James Watt’tan, balmumuyla çalışan ilk ses kayıt cihazını icat eden Leonardo Da Vinci’ye, gelmiş geçmiş bütün mucitler ve icatlar şüphesiz çok kıymetli. Ne sebeple olursa olsun hatta sonucu bazen hedefinden sapmış bile olsa işin içinde büyük bir emek olduğu için övgülerin her çeşidini hak ediyor hepsi. İşin içinde biraz kendinden söz ettirme, biraz takdir toplama ya da kendini ispat etme duyguları olsa bile icat icattır sonuçta.

Sıradan insanların bir şey yapmak şöyle dursun oturduğu yerden ahkam kestiğini, insanlığı geçtim kendi yararına bir şey yapmak için bile kılını kıpırdatmadığını düşünecek olursak bu insanlarınki binlerce alkışı hak eden soylu bir davranış. Ama bu alkışın bile bir sınırı olmalı çünkü esas takdiri hak eden daha büyük bir şey var. 

Şu, Ay’a insan gönderme haberleri bu aralar gündemi hayli meşgul edince ben de yazmak için burama kadar geldi diyebilecek, bardağı taşıran o son damlayı bekliyormuşum meğer. Demin onca dâhiyi—ortaya koydukları icatlarla kendinden yıllarca söz ettirmiş insanı—ayakta alkışlayıp şimdi de yerden yere vuruyor gibi, teknolojik gelişmelere karşı çıkan biri olarak algılanmayı hiç istemem. Bilakis, tarihin seyrini değiştiren bu gibi insanların yaptıklarını, bu kadar ciddi meseleleri asla hafife almam. Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde hızla yayılan Mars’a ve Ay’a yapılan yolculuk haberlerinin her birini yakından takip ediyorum. Bizim çalışmalarımızı okuduğumda ise Anadolu insanının kullandığı o müthiş, yaratıcı ve dâhiyane tabirle “Her boyayı boyadı, kaldı fıstıkî yeşil” demeden edemiyorum. 

Uzay yolcusu olmak, daha kendinin öğrencisi olamayanların kâinatın öğretmeni olmaya kalkışması gibi geliyor bana. 

Kaçımız iç keşif yolculuğu için azığını tastamam hazırladı, kaçımız yola çıktı da sağ salim geri dönebildi?

İç keşif yolcuğu için öyle çok maliyetli araçlara, tam donanımlı kıyafetlere ya da atmosferi aşıp dünyadan çıkmaya gerek yok. 

İnsanın içine yaptığı yolculuk, oturduğu yerde okyanusun dibinde hazine aramaya, uzay boşluğunda Mars’a gitmeye benzer. Öyle oturduğu yerden deyince kulağa çok kolaymış gibi gelebilir hâlbuki insanın kendini tanıma yolunda karşısına çıkacak engebeleri aşması hiç de kolay değildir. Bu, esasında büyük bir çaba, derin bir tefekkür gerektirir. 

İnsanın bu uzun iç yolculuğunda bir kılavuza, yönünü bulmak için bir pusulaya ihtiyacı olur. Rehberi de çok uzaklarda aramamak gerek aslında ama biz şimdi meşhur olan bazı yöntemlerle dünyanın parasını ödeyerek yaptırdığımız kişilik testleriyle kendimizi tanımaya çalışıyor; ortaya çıkan sonuçlara göre de acınası ya da hayret edilesi yanlarımızı keşfediyoruz.

Verme ve şükretme duygusunu unutup haz ilkesine göre mutlu olmaya şartlanmış öğretilere kulak veriyor; “Zindanda da olsam sarayda da olsam mutluluk sebeplerim aynıdır, değişmez.” diyemiyoruz.

Haddinden fazla sahiplendiğimiz eşyalarımız kaybolduğunda ve ölümü bir son olarak görüp sevdiklerimizi yitirdiğimizde ruh hâlimizde çalkantılar yaşıyor, etrafımızda kalıcı hasarlar bırakıyor, buna da “entelektüel bunalım” adını veriyoruz. Noksanını bilmek gibi irfân olmazken birisi övse inanıyor, birisi sövse üzülüyor, birisi dövse kendimizi değersiz hissediyoruz. Takdir edilmeden, onay görmeden, alkış almadan, bir arpa boyu ilerleyemiyoruz.

Kaçımız kendimizi tanıma yolculuğumuzda varoluş ve yaratılışla ilişkimizi, aile ilişkilerimizi, sosyal ilişkilerimizi, mesleki hayatımızdaki ilişki örüntülerini masaya yatırıp sorgulayabiliyoruz? Hepimiz bambaşka yüzlerle farklı isimlerle yere ve zamana göre sürekli değişiyoruz. İçimizden, her vakte göre başka benler fırlıyor. Bizse ne yazık ki “Bir ben vardır bende benden içeru” diyemiyoruz. Çünkü içimizdeki “ben”i tanımıyoruz. Olması gereken benlikle, algıladığımız benliğimiz aynı olmadığı için yolumuzu bir türlü bulamıyoruz.

Böyle uzun uzun anlatmaya bile gerek yok. Kestirme yollar var hâlbuki. Âşık Yunus, “Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm” demiş ve çıkmış işin içinden. Bizse Ay’a çıkıyoruz.