Amerika’da kablolu yayın yapan C-SPAN diye bir kanal var. Hatta iki ayrı kanaldan yayın yapan bir kanal bu. Özelliği önemli panel ve oturumları yayınlaması. Yaptıkları ise siyasî ve entellektüel salon televizyonculuğu diyebiliriz. Strateji merkezleri ve üniversitelerdeki ilginç panellerin yanısıra ağırlıklı olarak kongre oturumlarını ve komisyon görüşmelerini yayınlıyor. Arada sık sık Beyazsaray sözcüsünün basın açıklamalarını da izlemek mümkün. Politikayla ilgilenenlerin kaçırmak istemeyecekleri konuşmalar ve oturumlar bu kanalda. Gerçi birşeyi kaçırmak da zor, çünkü önemli şeyleri tekrar tekrar yayınlıyorlar.
En son ABD Savunma Bakanlığı Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice’in bir konuşmasına rastgeldim. Türkiye’de “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak tartışılan bölgesel Amerikan plânları ve İslâm’la ilişkiler konusunda konuşuyordu. Yüzünde, Afrikalı bir kız çocuğunun yaban masumiyet ve hırçınlığı ile ırkçı ve mütekebbir beyaz adamın menfaati için yalanı gerçekten de gözünü kırpmadan büyük bir soğukkanlılıkla konuşabilen duruşu iç içe geçmiş durumdaydı. İlginç bir yüz diye geçti içimden. Sonra diğer yüzler ve televizyonlardaki duruşlarını düşündüm.
Meselâ Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in Pentagon’da basına yaptığı konuşmalardaki yüzünü düşündüm. Rumsfeld, ya beyazlıkta çok ileri bir beyaz adam, ya da söylediklerine çok inanmış biri. Bu, düşmez kalkmaz olduğuna inanan kibir abidesi adamın yüzünden sonra aklıma diğer yüzler geldi. Patronu Başkan Bush’un her şeye rağmen cana yakın gelen yüzü meselâ. Sonra basın toplantılarını düşündüm.
Bir tarafta konuşma yapan bir siyasetçi veya sözcü var. Karşısında kerli ferli kurt gazeteciler. Ve bu gazeteciler genelde konuşma yapan siyasilerden çok daha zeki insanlar. Sonra konuşma yapan insan (yanlışlıkla değil, düzenli olarak) yalan söylüyor. Ne konuşan kendi söylediğine inanıyor (ya da yalan olduğunu bile bile söylüyor) ne de onu dinleyenler. Gazeteciler söylenenlerin yalan olduğunu biliyorlar ama dinliyorlar. Yalan söylüyorsunuz deseler belki bir daha orada bulunamayacaklar. Belki de ekmek parası deyip katlanıyorlar. Hem konuşmacı, hem de gazeteciler söylenen/dinlenen şey karşısında bir hiç hükmündeler. Yani onların selameti ile o sözlerin selameti arasında tercih yapılacak olsa, kaybedecek olanlar onlar. Bunu biliyorlar. Onun için hiç biri kendi düşündüğünü, inandığını konuşmuyor. Düşünülmesi gereken, inanılması gereken şey her neyse işte onu konuşuyor ve onu dinlemiş oluyorlar.
Bu en bariz şekilde kendi sözü olmayan sözleri söyleyen konuşmacılarda ortaya çıkıyor. Beyazsaray sözcüsü Scott McClelland, konuştuğunda ortada hiçkimsenin kalbinin belki de el sürmek istemeyeceği habis yalanlar siyasî ve retorik bir kozmetikle dilin elinden etrafa dağıtılıyor. Ve medyayla taşınıyor. İlginç olan bu iki aktif taraf müdahil oldukları bu sözlere inanmıyorlar ama onların ağzı ve kalemiyle (kamerasıyla) taşınan bu sözlere televizyon başındaki ortalama Amerikalı hemşehri inanıyor. Avamın hakikat sandığı havassın has yalanı olabiliyor. Zihnen avam ama makam itibariyle havassın hası konumunda olan Başkan Bush’u hatırlayalım tekrar.
Zekâ noktasındaki mütevazi sermayesi ile tanınan Başkan Bush, konuştuğunda bazan hatalar yapıyor. Sonra karşısındaki gazetecilere sanki “biliyorsunuz, işte ben tam ifade edemedim ama ne demek istediğimi biliyorsunuz siz; okumuş adamlarsınız.” diyen yüz ifadesiyle dönüyor. O an Bush’un yüzünde bir tebessüm beliriyor. Taşıdığı yalanın (üstünden geçen, hamili olduğu yalanın) ağırlığı karşısında yardım isteyen bir çocuk gibidir. Vaziyeti anladınız, bana eziyet etmeyin der gibidir. (Eğer Bush bile kendi sözünü söyleyemiyorsa, söylenen söz kimin sözüdür derseniz, bu, cevabı uzun ama kendisi güzel olan bir sorudur. Cevabını başka bir zamana havale edeceğim.)
Yani öyle bir durum ki konuşan ve dinleyenlerin ikisi de bunun yalan olduğunu biliyor ama ellerinden gelen birşey yok. Ellerinden gelen birşey olsaydı orada olmazlardı. Aslında onların yalan konuştuğunu söylemek pek doğru değil. Söz konusu olan durum daha karmaşık. Onların yalan söylemesinden çok, yalanlar onları konuş(tur)uyor. Hattâ denebilir ki yalan onlarda bir meleke (second nature) hâline gelmiş. Artık farkına varmıyor da olabilirler. Bilinçaltında gerçekleşen, bilince vurmayan bir işlem olarak gerçekleşiyor. Yani konuşan yalan, konuşulan ise o insanlar. Söz onların ağzından çıkmıyor. Onlar söze ağız oluyor, onun şeklini alıyorlar. Onun için bastırılmış, arka plâna itilmiş gerçek kendileri ile söyledikleri arasında büyük bir mesafe var. Bu mesafe gerçek kendilerini ufaltmaları ve eritmeleriyle kapanabiliyor. Amerika’da yalanın belki de en yoğun yaşadığı yer Washington. Her gün oradan dünyaya yayılıyor. Sanki Washington’da yalan söyleyen insanlar yerine, insan ağzıyla konuşan yalanlar yaşıyor.