Mazhar Alanson, son albümü Türk Lokumu ile Tatlı Rüyalar’daki “New York Sokakları” isimli parçasında—hayalî?—bir New York seferini anlatıyor. İki yüz doları cebine atan kahramanımız, birden kendisini önemli bir kişi sanıyor. “İki kız gördüm, yan yan baktım/Dedim beraber olalım/Aldım kızları diskoya götürdüm/Yüz doları yedim bitirdim/İkisini birden tavlamak için, oturmadım hep dans ettim/Tamam be dedim işler yolunda/Bir gün esmer sonra sarışında/Dans, dans ettim... New York sokaklarında... Amerika... Beş dakikada değişir bütün işler.”
Ama, takip eden beş dakika içinde, işler şarkının baş kişisinin umduğunun tam aksi yönde değişiyor. İhtiyacını görme bahanesiyle masadan ayrılan kızlar, dönmüyorlar! Şarkının kahramanı, umduğuna ulaşamadan, cebindeki paranın yarısını yitiriyor.
Şarkının kahramanı, tavlamaya giderken avlanmış; bu diyarda paraya dayalı bir temasta bile altta kalanın canını çıkaran bir durumun söz konusu olduğunu anlamıştır. Gecikmeden, memlekete dönüş için biletini ayarlar. Oradaki vaziyeti anlatırken, Mazhar Alanson haklı olarak diyor ki, “Öyle haller içinde ki halim/Türkçe’ye çevirmeye yok mecalim.”
Emektar rock’çı Erkin Koray’ın bir zamanlar çok meşhur şarkısı ise, küskün âşık edasıyla çöpçülere çatıyor ve “Körolası çöpçüler, aşkımı süpürmüşler!” diye sitem ediyordu.
‘Amerika’da aşk’ı düşündüğümde, ister istemez, aklıma bu sitem geliyor. ‘Amerika’da aşk yok.’ demeye hakkım olmasa da, aşkın bu diyarda kolay kolay rastlanır bir şey olmadığını söyleyebilirim. Amerika’ya olan aşk kadar Amerika’da aşk olsaydı, aşka dair böyle bir yazı, şu haliyle değil, kimbilir belki de çok daha romantik bir edayla yazılırdı.
Amerika’da aşkın izini sürmek için sokaklara bakalım. Sokaklar bomboş. Âşık olacak insanlar ortalıkta görünmüyor. Zira herkes işte. Küçük şehirlerin sokakları bomboş. Büyük şehirlerin sokakları ise öyle değil. Sokaklarda insanlar var. Ama bu sefer de çok meşguller. Habire koşturuyorlar. Ne için mi? Birkaç ihtimal var: Ya işe gidiyorlardır, ya işten geliyorlardır, yahut da çalışıyorlardır. Peki, hiç teneffüs yapmıyorlar mı diye soracak olursanız, cevabımız: Hayır, yapmıyorlar. Kahvaltıları ortalama beş dakika, öğle yemekleri de ortalama on bir dakika sürüyor. Daha uzun süren yemekler, içinde iş konuşmaları geçen ‘iş yemekleri’. İnsan gibi yemek yedikleri tek öğün, akşam yemeği...
Bu koşturmaca o kadar çılgın bir düzeyde ki, tek tek insanların başka insanlarla uzun boylu ilişkiler ve bütünleşmeler yaşamalarına izin vermiyor. Dünyada milyonlarca evsiz barksız insan varken, Amerika’nın o güzelim, geniş, bahçeli milyonlarca evi, her gün, günün en az yarısı kadar bir süre ‘bomboş’ kalıyor. Çoğu evde insanlar tek başına yaşıyor. Evliliklerin en az yarısı ‘kalıcı’ olamıyor. Amerikalıların seçtikleri kader durmaksızın onların tayinini başka yere çıkartıyor. Dünyada en çok mekân değiştiren millet Amerikalılar. O kadar seyyar haldeler ki, kalplerini bir yerlere (memleket hissi) veya birilerine (aşk) bağlamaya imkân ve mecalleri kalmıyor.
Peki, insan olduklarına göre, fıtrî ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlar?
Elcevap: Yaşayabilmek için, birbirlerine bağlanmadan birbirleriyle temas ediyorlar.
Her ne kadar aile kurumunun bakiyesi bir kültürel şemsiye hâlâ varsa da, gittikçe daha çok insan, ‘bir arada’ yaşamayı tercih ediyor. Varlıklarının en mahrem kısmını birbirlerine açmalarına rağmen, bunu, hiç de yekdiğerlerine yakın olmak zorunda kalmadan yapabiliyorlar!
Bu, hayatını az buçuk oturtmuş olanların harcı. Genç insanlar ise çok daha kısa vadeli bağlanma ve ilişkilerle yaşıyorlar. Bu vade çoğu durumda bir günü bile aşmayabiliyor.
(Şüphesiz, bu tarz hayatlar ve hayatlardaki bu tarz davranışlar Amerika’ya özgü değil. Kimilerinin dediği gibi, Türkiye’de son birkaç yıldır süren ‘cinsel devrim’ ve bu devrimin yol açtığı tefessüh, kimi durumlarda Amerika’yı muhafazakâr bile saydıracak cinsten. Üstelik Amerikalılar en azından çalışmaktan arta kalan zamanlarında sefahet yaşarlarken, televole kültürü içinde çürütülen Türkiye’nin kimi muhitleri sadece tüketen, baştan çıkaran bir sefahetin kucağına düşmüş durumda.)
Kısacası, Amerika’da bariz bir şekilde görülen ama Amerika’yla sınırlı olmayan bir yeni durum söz konusu: Cinsellik müstakil bir alan haline geliyor. Yani, aşk, evlilik, aile gibi duygusal, insanî (ve de dinî) bağlamlarından boşanıyor cinsellik; eskiden birlikte mümkün olabildiği ortamlardan sökülüyor ve müstakil bir alana dönüştürülüyor.
Peki kim yapıyor bunu? Bunu ne çöpçüler yapıyor, ne de cinsel özgürlük bezirgânları. Kendisinden başka hiç kimse ve hiçbir şeye karşı aşk ve sevgi duymaya tahammülü olmayan kıskanç mı kıskanç bir ‘maşuk’ yapıyor bunu. Bu maşukun adı, Para.
Amerika’da “Onu bulsan, her matlubunu buldun.” hürmetine mazhar olan tek sevgilidir para. Talep edilebilecekler repertuarı öyle dizayn edilmiştir ki, her ne istersen ona parayla ulaşabilirsin. O yüzden, herkes kalbini, kuvvetini onu(n gönlünü) kazanmaya adamış durumdadır. Sevgili, ev, araba, gıda, şöhret ve daha bilmem neleri isteyen herkes, bu ülkede ona parayla ulaşabiliyor. O yüzden, bu ülkede hemen herkes para adlı sevgiliye tapıyor. Amerikan medeniyetindeki maddeperestlik ve saldırgan hırsa tepki gösteren 68 kuşağındaki gençler, ‘cinsel devrim’in harcını atarlarken, kısmetlerinin bu olacağını belki de bilemeden buna niyet etmişlerdi. Şimdi artık devrim romantizmi de kayboldu. Aşk da gitti. Geriye sadece ‘cinsellik’ kaldı.
Aşkın çok yakın dostlarından biri olan ‘hüzün’ (ya da kesif haliyle melankoli) de yok bu ülkede. İstanbul, Paris yahut Uzak Doğu’daki herhangi bir şehrin sokaklarında rastgelebileceğiniz ‘hüzünlü bir müzik’le Amerika’da karşılaşmanız çok zor. Amerikan toplumu için hüzün olumsuz bir şey; dolayısıyla, hayatın dışına atılmış durumda. Hüzne Amerikan toplumunun kıyısındaki insanlar—zenciler, mafya grupları, vb.—arasında rastlanıyor. Aşkı da, henüz Amerikan hayatının parayla şekillenmiş yapısına dahil olamamış ortaokul ve lise öğrencisi çocuklar yaşatıyor. Birkaç yıl öncesinde patlak veren okullarda silahlı cinayetler olgusu, bu masumiyetin ironik bir yansımasıydı belki de...
Çocuklar büyüyünceye kadar aşkın bedevî, kanlı sızıntıları sözümona medeniyetin zapturaptı altına alınmış oluyor. Hüzün, aşk ve insanî şiddet kayboluyor. İnsanlar gayrifıtrî bir ruh engizisyonu içinde yuvarlanmaya başlıyorlar. Neticede, üzülmeye ‘vakit’leri yok Amerikalıların. Amerikan televizyonları sürekli bir bombardımanla insanların ‘merak’ duygusunu gıdıklarken, insanlar gündüz iş, geceleyin de televizyonla doluyorlar. Sokaklara sızan bir hüzne ve bu hüzne ev sahipliği yapacak bir acıma duygusuna yahut romantizme bu diyarda hiç rastlanmıyor. Kestirmek güç ama; ya ben aşktan uzaklaştım, ya da Amerika aşka uzak bir yer.