TR EN

Dil Seçin

Ara

Arayış mı, Teslimiyet mi? / Varoluşa Dair

Arayış ve teslimiyet, zıt özellikler gibi gözüküyor insanlara. “Teslim olan aramaz, arıyorsa teslim olmamıştır.” diye düşünülüyor. Peki, öyle mi gerçekten?


 

Her arayan bulamayabilir, ancak bulanlar arayanlardır. ”

İmam-ı Rabbanî


 

Varlığın farkına vardığı ilk günlerden itibaren arayış hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuş, hatta çoğu zaman yaşantısının kendisi haline geçmiş bir insan olarak yıllarca bir arayış ikliminde yasadıktan sonra, ‘teslimiyet’ gerçeğiyle yüz yüze bulmuştum kendimi. O günlerde, teslimiyet ve arayış, zihnimde zıt anlamlar çağrıştırıyordu. Yirmili yaşlarda, zihnimin en aktif olduğu bir dönemde, arayışları bırakarak teslim olmam gerektiğini ‘İslâm’ isminin kendisi telkin ediyor; okuduğum eserler bu teslimiyeti zorunlu bir yaşam tarzı olarak karşıma çıkarıyordu. Şimdilerde ise, bu çelişkili anlayışın, bir zamanlar beni tedirgin ettiği kadar, günümüz ehl-i İslâm’ını da bağladığını, hatta neredeyse bin yılı aşkın bir süredir onların büyük kısmını etkilediğini üzülerek fark ediyorum.

Düşünmek ve aramak İnsan zihninde yakın çağrışımlar oluşturduğu için olsa gerek, binlerce yıldır geniş kitleler nezdinde fikir üretimi terk edilirken, inanç ve teslimiyet yüceltilmiş bulunuyor. İslâm tarihi boyunca da, inancı olumsuz etkilediği düşüncesiyle nefis ve benlik, irade ve hürriyet kavramlarını aşağılayan yaklaşımların güçlü biçimde var olduklarını görüyoruz. Beni kısa bir süre sonra çelişkilerden kurtaran o âyeti acaba nasıl anlamışlardı ki, teslimiyeti yakalamak için arayışları terk ederek ilim geri plana atılmış ve halli mümkün olamayan bir kardeş kavgasının içerisine düşülmüştü?

Arayış ve teslimiyet arasında bir zıtlık görmekten beni kurtaran bu âyet, Cin sûresinin 14. âyetiydi. Bu sûre, cinlerin de imtihan edilen, iman ve küfür arasında seyreden varlıklar olduğunu anlatıyordu. İçlerinden hakkı takip ederek mü’min olanlar da vardı, terk ederek sapanlar da. Sûrenin özellikle işte bu 14. âyetinde ise, tüm bu mânâlar bütünleşiyor ve âyet oldukça ilginç bir denklemle son buluyordu: “…Gerçekten teslim olanlar, olgun bir hal üzere arayışta olanlardır.”

Âyetin final kısmındaki bu denklemin kritik iki kelimesi ise, Arapça metinde ‘teharrev reşeden’ diye ifade edilen, ‘arayış’ ve ‘olgunluk (üzere)’ kelimeleriydi. Bu iki kelimenin birlikteliğinin gerçekten kritik bir anlamı vardı: Olgunluk halinin kendisini mi arayacaktık, yoksa olgun bir hal içerisinde arayışa mı koyulacaktık? Büyük ihtimalle, bu iki kelime, ‘olgunluk halini aramak’ tarzında anlaşılmış veya böylece anlaşılmak istenmişti ki, gerçekten samimi birer müslüman olan ama teslimiyet namına arayışa—ve arayışın araçları olarak benlik, nefis, irade vs.ye soğuk duran—tasavvuf ehli şahsî olgunlaşmayı hedeflemiş, kemâl halini aramışlardı. Oysa, Arapça gramerinde, âyetteki bu en kritik kelimelerin kurgusuyla örtüşen binlerce ikili kelime vardı. Örneğin te’kül selemen’ ifadesi ‘selameti ye!’ olarak değil, kesinlikle ‘selametle ye!’ seklinde anlaşılıyordu. Öyle ise, ‘teharrev reşeden’ kelamı, ‘olgunluk halini aramak’ olarak değil, ‘olgunluk hali üzere—üzerinde devamlı olmak şartıyla—arayışta bulunmak’ tarzında anlaşılmalıydı.

Gerçi, güzel bir arayışın neticesi, olgunlaşmaktı. Ama, olgunluk arayışın alternatifi veya doğrudan hedefi olmamak, onun arayış neticesinde ikram edilen bir hal olduğu bilinmek şartıyla... Diğer taraftan, âyetteki bu anlamı, kâinatta ve hayatta ispat eden binlerce delil de vardı. Dünyaya gözlerini açan milyarlarca insan bu gerçeğe fiilen şahitlik etmişti. İnsan arayışlarla dolu hayat yolculuğuna annesinin memesini arayarak başlıyordu. Hayatının en verimli, en bereketli dönemi merak duygusunun uyanmasıyla başlıyordu. Çevresindeki eşyaların anlamlarına dair sorgulamalar, ilerleyen yaşlar boyunca, insanı insan yapan, onu hayvanlardan ayıran en önemli özellik haline geliyordu.

Arayışın içerisinde ciddi bir tehlike, bir risk de vardı. Tehlikelerden korunmak için, insanın bu riski bilerek yolculuğuna devam etmesi gerekiyordu. Sorgulama elde kesin bir veri olmadığı sürece kaygan bir zeminde, zan ve şüphe zemininde devam ediyordu. İşte, insanın arayışını felâkete dönüştüren ve birçok insanı arayışının ortasında manen öldüren, birçoğunu ise korkutarak geri döndüren tehlike, buydu. İslâm âlemi içerisinde çıkmış olanlar da dahil, filozofların hemen tümü, vahyi geri plana atarak zan üzere hareket ettikleri içindir ki, yaratılış gibi, tevhid gibi en kritik meselelerde ayakları kaymış, iman-küfür arasındaki derin derelerde sesleri kaybolup gitmişti.

Oysa insanlık merhamet sahibi Yaratıcılarının kelamı ile, Kur’ân ile, vahyin gerçek verileriyle desteklenmişti. Bu nedenle, inancını ilim ile sınayarak gerçek bir iman sahibi olmak, şüpheleri hakka ulaşacak derecede ciddi sorgulamalarla takip ederek ilim ile gidermek, ehl-i imanın en birinci vazifeleri arasındaydı. Kur’ân’da “Bakmazlar mı semaya, nasıl yükseltildi; arza, nasıl yayıldı; deveye nasıl yaratıldı?”, “İnsan bakmaz mı yiyeceğine, çamurdan nasıl çıkarıldı?”, “Göklerin ve yerin yaratılışında akledenler için deliller vardır.”, “Allah’tan hakkıyla ancak ilimde ehil olanlar korkar.”, “Kendi nefsinizde deliller vardır.” gibi hitaplarla, Kelâm-ı Ezelî insanın öncelikle aklını muhatap alıyor ve insanı gerek kâinata, gerekse insanın kendi yaratılışına dair sorgulamalara davet ediyordu. Samimi bir arayış içerisinde olanlar için, sorgulamalar neticesinde açığa çıkan hakikatler, insanın duygularında tasdikini bulurken, kalpteki imanın kuvvetlenmesiyle sonuçlanıyordu.

Gerçekte arayış, aranan şeyin varlığına olan inancın, teslimiyetin bir yansımasıydı. Lamba yanıyorsa ve lambada kendi kendine yanabilecek bir kudret bulunamıyorsa, meydandaki bu olayın arkasında olayı gerçekleştiren bir gücün varlığı zorunluluk derecesinde kendini gösteriyordu. İşte bu mantık silsilesi, bu aklî zorunluluk neticesinde kalpte ‘o gücün varlığına dair’ bir teslimiyet oluşuyordu. Kalpte oluşan teslimiyet, nihayetinde, arayıştaki şevkin ve heyecanın kaynağı oluyordu. Oysa, ulaşılmak istenen gerçeğin varlığına dair kalpte bir şüphe varsa, arayışın önünü ümitsizlikler kapatıyordu. Ehl-i İslâm’ın çoğunluğu bu ümitsizlikleri, teslimiyetin son durak olduğuna kendini inandırarak aşabiliyordu. Oysa, teslimiyet gerçeğe uzanan yolculuğun başlangıcıydı sadece, arayışın ön şartıydı. Arayıştaki ümidin, çabadaki şevkin ve heyecanın kaynağıydı aynı zamanda. Hz. İbrahim’i arayışların en görkemlisine davet eden duygu, görünen varlıkların arkasında bir var edicinin bulunduğuna dair iç âleminde oluşan derin teslimiyetti. Bu teslimiyete ise çevresindeki varlıkları sorgulayarak ulaşabilmişti. Çevresindeki varlıkların ilişkilerini ve varlıklarının dayandığı gerçeği takip ederken insanın aklında açılan sorular, doğru bir muhakeme neticesinde o gerçeğin varlığına dair bir inanç ve teslimiyetle sonuçlanıyor, ciddi bir arayış neticesinde ‘olmalı’ diyerekten başladığınız yolculuk, ‘vardır, gerçektir’ diye sonlanıyordu. İnancı imana dönüştüren arayışlar neticesinde insan teslimiyet mertebesinden emniyet ve huzur mertebelerine, kısa bir yoldan geçebiliyordu böylece.

Aslında tüm hakikatlerin insan kalbine inerek içselleşmesinin biricik yoluduydu soru. Ve her soru, önceden yerleştirilmiş gizli bir bilginin şahidiydi. Hayvanlar soru soramıyorlardı, çünkü bu gizli bilgi yoktu onların mahiyetlerinde. Yeryüzündeki mahlukattan hayat sahibi olanların ilgi alanı, insan hariç, fiziksel ihtiyaçlarıyla sınırlıydı. İnsanın ilgi alanına ise, herhangi bir sınırlandırma getirilmemişti. İnsandaki sorular bu nedenle kendi boyunu fersah fersah aşıyor, yaşantısını doğrudan menfaati olmayan bir noktaya taşıyorlardı. İnsanı insan yapan sır da, doğrudan bir faydalanması olmadığı halde gerçeği takip edebilmesinde saklıydı. Sorgulaması fiziksel ihtiyaçlarıyla sınırlı olmayan, görülebilir ve gaybî alemlerin tümüne karşı, kendi varlığına ve Yaratıcısının isimlerine, sıfatlarına dair sorgulamalar barındıran insanın bu duruşu, nihaî bir duruştu. Bir çekirdek gibi küçük, fakat içerisinde kâinatı barındıran, açılmaya, inkişaf etmeye müsait ve muhtaç, ahsen-i takvimde yaratılan bir varlığın içsel depreşimlerinin tezahürüydü.

İnsan çevresindeki gerçekleri iki biçimde irdeliyor ve irdeleme biçimiyle bağlantılı sonuçlara ulaşıyordu: “Nasıl?” sorusuyla başladığı yolculukla olayların yaşandığı maddî boyutu sorguluyor, bu sorgulama sebep-sonuç bağlantılı yorumlarla sonuçlanıyordu. Bu yorumlar neticesinde oluşan bilimler evrene, dünyaya ve hayata dair binlerce, milyarlarca problemi açıklayabiliyordu, doğru. Ama, bilim kendi gerçeklerine o kadar gömülmüştü ki, tüm bunların ‘neden ve niçin’ gerçekleştiğini anlamaktan da, anlatabilmekten de nihayetsiz derece uzaktı. Ama gelin görün ki, insana bahşedilmiş en güzel özelliklerden olan şuur ve akıl arasından gizliden gizliye açığa çıkan anlamlara dair meraklı sorular insan kalbini en derinden meşgul etmeye devam ediyorlardı. Kâinat neden vardı, insan neden yaratılmıştı...

Bir otobüs yolculuğunun içerisinde kendine gelen, otobüsün içerisinde konuşulan dili anlayamayan ve otobüsün nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, kendisinin otobüsün içerisinde neden var olduğunu çözümleyemeyen bir insanın rahat bir nefes alarak lezzetlerle hemhal olabilme imkânı, bu sorunları halledilmedikçe mümkün değildi.

Kâinatın içerisindeki durumu, otobüsün içerisindeki bu garip yolcudan farksız olan insanlık bugün bilgi ile mânâyı, öğrenmekle anlamayı birbirine karıştırdığı için, yaşamın zahiren gösterişli bir hale büründüğü ama manen güdükleştiği, maddî zenginlikler içerisinde manevî fakirliklere, bunalımlara sürüklendiği, soruların sorunlara dönüştüğü tehlikeli bir sürece girmişti. Evrenin işleyişine, dinin prensiplerine dair bilgilerin elbette ki hayatî önemleri vardı ve insanın Rabbine doğru olan yolculuğunu kolaylaştıran yönleri bulunmaktaydı. İnsan kâinat kitabındaki varlık harflerinin maddî şekillerine dair bilgileri elde ettikten sonra, içerisinde yaşadığı hayat ve bu koca kâinat anlaşılmayı bekleyen bir kitap olarak karşısında duruyor işte. Kur’ân ise bir bilgi kitabı olmaktan çok ama çok öte, bir ‘anlam kitabı’ olarak bizi içerisinde yaşadığımız hayata, kâinata, Yaratıcının varlığına ve sıfatlarına dair ciddi arayışlarla ‘yaşantılarımızı anlamlandırmaya’ davet ediyor.