Kışın, artık elveda demesini beklediğimiz bir Şubat günü, oturduğumuz binanın merdivenlerinden iniyoruz. Merdivenlerde karşılaştığım üstteki komşumuz ve oturduğumuz evin sahibi valizleri indirmeme yardımcı oluyor. İstanbul’un henüz yağan karlarla kaplanmış yollarında otogara doğru hareket ediyoruz. Güzelim kar büyük şehirlerde trafiğin kâbusudur genellikle. Beni eve bırakan arkadaşımın teklifiyle trafiğe yakalanmamak için otogara Metro ile gitmeye karar veriyoruz. Benimle birlikte metrodan otogar durağında inen bir genç, metro ile otobüsün kalkacağı peron arasında valizlerimizin taşınmasına yardımcı oluyor. Bu görünüşte küçük yardımlarla ruhumun derinden rahatladığına şaşırarak tanık oluyorum. Şehrin dört bir yanından gelen insanların yolları otogarda buluşuyor, bir kısmınınki ise aynı otobüsü paylaşmakla hususileşiyor. Üç güzel insanın yardımıyla ruhumda uyanan duygular devam ediyor ve sevinç içerisinde başlıyoruz kuzeyden güneye doğru yolculuğumuza.
Avrupa’dan İstanbul’a akan ve dallanan tüm yollar Avrupa ile Asya’yı ayıran boğazın üzerindeki iki köprüde buluşur. Otobüs kar altında iyice yavaşlayan trafikten sıyrılıp köprüye giriyor. Sadece gözümün alabildiği alanda binlerce aracın köprüyü geçtiğini ve şehirler arası yollara koyulduğunu görüyorum. Yolların köprülerde kesişmesi gibi, yıllar önce başlamış yolculukları bir birlikteliğin içerisinde kesişen iki insan ve bu birlikteliğe ihsan edilmiş iki minik birlikte yolculuk yapıyoruz. Eşim ve hayat yolculukları bizim yolculuğumuzla kesişen iki küçük, otobüsün koridorunun bir yanında oturuyorlar, ben bir yanında. Başımı hafifçe koridora doğru eğerek yolu taramaya koyuluyorum. Kar tanelerinin bulutlarda başlayan yolculukları kah bir ağacın tepesinde, kah yolu kaplayan bembeyaz zeminde, bir kısmınınki ise otobüsün camında son buluyor. Milyonlarca, milyarlarca kar tanesi havaya asılarak hafifçe ve tane tane iniyorlar yeryüzüne. Bizi sevdiklerimize ulaştırmak için yerlere serilen yol dağlara doğru tırmandıkça kar artıyor, otobüsün tekerlerine iki yana doğru savrularak yol veriyor karlar. Bolu Dağlarında verilen yarım saatlik mola, göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor. İki saat kadar sonra girecek olan sabah namazını kılabilmek için abdest alıp biniyoruz otobüse. Bolu Dağlarına bolca yağan karın ortasına yeniden dalıveriyor otobüs.
Görünüşte birleşen yollar, nazarların ve niyetlerin araya girmesiyle gerçekte ayrışıyor. Aynı otobüste farklı yollara farklı sonlara gidiyor insanlar. Kimi için uyuyarak geçirilmesi en iyisi olan sıkıntılı bir kafes oluyor otobüs, kimi için ise boş konuşmalarla öldürülen ve böylece hafifletilen bir azap. Kimi yola çıktığı diyarın keşmekeşinden kaçıyor, kimi gideceği diyarın özlemiyle yaşıyor. Oysa kar tanelerinde azaplı bir yolculuktan eser yok. Sessiz ve sakin koşarak, konuşarak toprakta kendilerini bekleyen tohumlara ve köklere rahmet olarak iniyorlar yeryüzüne. Onların zahiren farklı olan inişlerinde, yolculukları bir ve birlikte. Keşke, sıyrılıp keşkelerden ve beklentilerden bulunduğumuz anın içerisine düşerek, geçmişe, geleceğe ve gerçeğe pencereler açabilsek, ruhlarımızın sıkıştığı kafesler parçalanacak ve cennetin soluğunu hissedeceğiz ciğerlerimizde. İstanbul’un kişi başına düşen GSMH’sı en yüksek yeri olan Kapalı Çarşı’sında küçücük dükkanlar, ofisler vardır. Günde binlerce dolarların kazanıldığı o ofisler kimselere dar gelmez, sakinlerinin yüzleri ticaret iyi ise yeterince mütebessimdir. O daracık mekanlar kullananlar için bu nedenle yeterince geniştir. Oysa içerisinde ticaretin yapılamadığı geniş hangarlara koysanız o insanları, kabir gibi dar gelecektir onlara. Bulunduğumuz herhangi bir anın yetersizliğinin ve mekanın darlığının arkasında bu gerçek vardır işte. Bulunduğumuz tüm anlar ve mekanlar, maddî veya manevî alış-verişimizin kesatlığı oranında dar ve bereketi oranında geniştir. Bu imkan şimdilik ellerimizdedir. Herkes kendi kozasını örer veya yırtar bu hayatta, kendi kafesini kurar veya parçalar yaşadığı anlarda...
Ağlayarak hemen tüm otobüsü uyandıran ve ikinci yaşını yolculuk gecesi otobüste dolduran miniği bir iki saat kucağımda avuttuktan sonra sabah namazını kılıp kendimi uykuya teslim ediyorum. Bindiğimiz otobüs ‘expres sefer’ yaptığı için, şehirlerde yolcu indirip bindirme yapılmadan Gaziantep’e varması gerekiyor. Konya Ovası’nı aşıp karlarla kaplı Toros Dağları’na geldiğimizde ikinci mola veriliyor. Mola sonrası uyku, direnilmesi mümkün olmayan bir ağırlığa dönüşüyor gözlerimde. Normalde olmamamız gereken bir yerde kendime geliyorum. Sevdiğim insanların yaşadığı ve kısa bir süre önce Seyhan Nehri önündeki bir kışlada kısacık askerliğimi yaparak, uzun gecelerinde hayatımı etkileyecek kararlar aldığım Adana’nın gişelerinin önünde gözlerimi açıyorum. Bize göre sürpriz bir şekilde indirilen bir yolcu gişelerde kendisini bekleyen yakınlarınca karşılanıyor. Otobüsteki yolculukta buluşan yollarımız, beklenmedik bir anda gerçekleşen bu inişle ayrılıveriyor ama, yolcu indiği için fazlasıyla sevinç içerisinde, otobüstekiler ise üzülmüyor arkasından. Dağ başında karın ortasına ve ıssızlığa terk edilecek olsa herkesin isyan edeceği bu iniş, kendisini bekleyenlere doğru olduğu için bazı yolcular tarafından göz ucuyla seyrediliyor, bazıları tarafından ise de hafif bir tebessümle. Otobüs gişeleri geçmeden yeniden menziline dönüyor ve biraz sonra Amanos Dağları’nı tırmanarak süzülüyor Antep’e doğru...
Gaziantep’te yükünün yarısını boşaltan otobüs, Suriye’nin Halep şehrine kadar uzanan kıvrımlı karayolunda Türkiye’nin en güney illerinden birine, Kilis’e doğru yola koyuluyor yeniden. Önce fıstık ağaçları eşlik ediyor bize iki yandan, sonrasında ise zeytin ağaçları ve üzüm bağları. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra erişiliyor menzil-i maksuda. Karşılayanlar ve karşılananlar... Biz biraz da habersiz geldiğimiz için bekleyenimiz yok. Bir taksiye atlayarak uçarcasına varıyoruz çocukluğumun geçtiği sokaklara, işte Akcurun, biraz ileride yıllarca ekmek aldığım fırın ve sonrasında karşıda Musallâ...
Görmekten gözlerimin ve ruhumun sevindiği insanlarla geçiyor bir iki günüm. Bir akşam namazı sonrası karanlığın bastığı vakit, tüm yolculukların son durağı, tüm yolların kesişme ve buluşma noktası olan mezarlığa, yalnızlar diyarına yalnız başıma uzanıyorum. Arabanın farlarının aydınlattığı her yeri iki sene içerisinde tanınamayacak derecede değişmiş olarak görüyor gözlerim şaşırarak. Mezar sayıları artmış, küçük havuzun yeri bile değiştirilmiş. Aradığım yerleri karanlıkta bulamamak kaygısıyla yavaşça geri dönüyor, ertesi gün ikindi sonrası yeniden geliyorum bir zamanlar yollarımızın kesiştiği, “aynı otobüsü paylaştığımız” kadim dostların diyarına. Yağan kar, ağaçlara gelinlik gibi beyazlıklar giydirmiş. Yerdeki karların arasından yer yer kahverengi toprak görünüyor. İşte, otobüsten Adana’da inen yolcu gibi bizim açımızdan vakitsiz terk-i diyar eden kız kardeşim ve hemen yanında aynı onun gibi 17 yaşında iken vefat eden kuzenim, dedem, ninem, dayım ve bebek iken hoşçakalın diyen iki küçük kardeşim. Mezarlığın diğer tarafında diğer dedem, ninem, halam ve yine 17’sinde elveda diyen kuzenimin eşi yetim Leylâ. En az beni şehirde bekleyenler kadar bekleyenim var bu görünüşte sessiz ve beklentisiz diyarda. Görünüşte ıssızlığın ortasına terk ettiğimiz bu insanları kimler karşıladı orada? Biz arkalarından ağlarken onlar kimlerin boyunlarına sarılarak hasret gideriyorlardı acaba?
Mezarları tarıyor gözlerim, tüm varlıklarına el konulmuşları. Mezarlığa girerken soyup soğana çeviriyorlar insanları. Geçer akçe TL, Euro ya da Dolar değil orada. Gelirlerinizi ve birikimlerinizi bu gerçek diyarın geçer akçesine dönüştürebildiyseniz sorun yok, yoksa... Hayat yolculuğunu, çocukluğumuzun gazoz kapaklarına benzeyen anlamsız sahiplenmelere harcamak tam bir çılgınlık gibi görünüyor perdesi yırtılmış gözlerime. Mutlaka bitecek bir yolculukta, sizden önce yüzlerce, belki binlerce kişinin oturduğu otobüsün koltuklarını sahiplenmek gibi anlamsız ve delice tüm sahiplenmeler. Akıl almaz bir hezeyan madalyonun bu yüzünden bakılınca. Kar üzerinde kayarak yol alan otobüsteki yolculuk gibi insanın bu hayattaki yolculuğu. Sebeplere tutunarak yaşamak ise, kayan otobüste koltuğa tutunmak gibi anlamsız.
Son yirmi yıl içerisinde şehrin neredeyse üçte birini yutmuş mezarlıkta, hüzünler tarifsiz bir girdap halinde buluşuyor yüreğimde. Kulaklarımda ise Resûlullah’ın “Küllü âtin karîb” diye ifade ettiği, “tüm gelecek yakındır” sözü çınlıyor. Tüm bu duygular ve düşünceler içerisinde bir iki fatihayı zor okuyorum, yavaşça arabaya biniyor, kontağı çeviriyorum. Mezarlıktaki bu küçük molayı “Allah’a emanet olun! Yakında, çok yakında görüşmek üzere” diyerek tamamlıyor ve uzun bile olsa yakın, bitmesi kesin hayat yolculuğuma şehre doğru yönelerek devam ediyorum.1
1- Sahi, biz ne arıyoruz bu yolculukta?.. bu sorunun cevabı inşallah bir sonraki yazıda “Yollar ve Yolculuklar” başlığı altında anlatılmaya çalışılacak.