1988 yılının bahar aylarıydı. Öğrencilik yıllarımda, hem askerlik yapan bir yakınımı, hem de ilk defa gideceğim Çanakkale’yi ziyaret etmek istedim. Bu sırada Balıkesir’de aynı yurtta kaldığımız, Fatih isminde çok kabiliyetli bir kardeşime de “Çanakkale’ye beraber gidelim.” teklifini yaptım, kabul etti ve beraber gittik.
Çanakkale merkezde Kurşun Camii arkasında yer alan dershanede bir akşam misafir olduk.
Ertesi gün feribotla karşıya geçtik, önce biraz dinlendik. Askeriyeye gidip yakınımı ziyaretten sonra, dönüş için otobüs bileti aldık.
Fakat lodos vardı ve feribotlar çalışamıyordu. Otobüs bizimle beraber yaklaşık on yolcusunu Çanakkale’ye bırakmak durumunda olduğu için küçük bir tekneyle anlaşarak bizi teslim etti.
Bizim, ne olduğuna, yolculuğun nasıl olacağına dair bir fikrimiz yoktu; şaşkındık. Bir de sahildeki insanların, “Bu havada karşıya geçilir mi, bunlar canlarını yolda mı buldular…” diye söylendiklerini duyunca içimi bir korku sarmıştı…
Derken tekne boğazın sularına açıldı. Alkollü olduğu anlaşılan teknenin kaptanı sarhoş cesaretiyle dalgalarla dalga geçmeye başlamıştı!.. Daha yolculuğun başındaydık ama bizim içimiz dışımıza çıkmıştı bile. Tekne bir gökyüzüne çıkıyor, bir denizin dibine giriyordu…
Bütün yolcular, “Aman Allah’ım, aman Allah’ım, kurtar yâ Rabbi!..” diye dua ediyorduk tüm kalbimizle!.. Bir yandan da hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu.
Bu vaziyette karşı sahile selametle çıktık çok şükür. Bu sefer de oradaki insanların bizi gösterip konuştuklarını duyuluyordu: “Bu havada boğaz geçilir mi, canlarının hiç mi kıymeti yok bunların!..” diye söyleniyorlardı insanlar.
Tüm yolcuların şakülü kaymış, beti benzi atmış ve yüzleri kireç gibi bembeyaz olmuştu. Elbette kaptan hariç. Üstelik dopingli cesareti yüzünde okunuyor ve zafer kazanmış müstehzi bir kumandan edasıyla tekneden inen yolcuları izliyordu.
Fatih kardeşim ile müthiş adrenalin dolu ve maceralı bir Çanakkale seferi yapmıştık.
Fatih kardeşim şimdi akademide profesör oldu. Ve Zafer’de yazıyor.