Ticaret, kâr için yapılır. Her malın etiket fiyatında bir kâr oranı vardır. Yüzde on, yüzde yirmi, yüzde elli. Fakat yüzde yüz kâr çok nadir olur. Yüzde bin ise dünyada hiç olmaz. Böyle bir ticaret ne görülmüştür, ne duyulmuştur, ne de mümkündür.
Ama insanoğlu nedense az kâr getiren işe yatırım yapar da, kârı hem garanti olan, hem de yüzde binlere ulaşan iş alanına çekinerek, korkarak, endişe duyarak, tereddüt ederek yatırım yapar.
Böyle bir ticaret asıl itibariyle dünyada dünya için yapılmaz, âhiret için yapılır. Yapılan bu ticaretin karşılığı âhirette verilir, dünyada ise bir teşvik olarak ikram edilir.
Bu sırrı kavrayan insanlar, fakire, muhtaca, yoksula ve yetime sadaka ve yardımda bulunmuşlar, Allah rızası için Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri başkalarıyla paylaşmışlar, verdiklerinin karşılığını kat kat dünyada da almışlardır. Verdikçe Allah da onlara verir.
…
Sahabiler, Kur’ân âyetleri iner inmez hiç vakit geçirmeden, zamana bırakmadan, ânında uyguluyorlardı.
Çünkü inanıyorlardı ki, Allah bir şeyi vaad etmişse, vaadini yerine getirir. Zaten Kur’ân bize Cenâb-ı Hakk için, “O asla sözünden dönmez” buyuruyor.
Kur’ân’ın kendisinden istediklerini ânında yerine getirenlerden birisi de Hazret-i Ali Efendimizdi.
Bir gün, Hazret-i Ali’nin kapısına bir fakir geldi. Büyük bir sıkıntı içinde olduğu halinden belliydi.
Hz. Ali hemen oğlu Hasan’ı çağırdı:
“Haydi evladım, annene git, kendisine verdiğim altı dirhem paranın bir dirhemini sana versin, getir de şu fakir kardeşimize verelim” dedi.
Hz. Hasan hemen eve koştu, fakat az sonra dönüp geldiğinde eli boştu.
“Annem” dedi, “o altı dirhemi un almak için sakladığını söylüyor.”
Bunun üzerine Hz. Ali:
“Nasıl olur?” dedi. “Bir insan kendi yanında olandan çok, Allah’ın katında olana güvenmezse gerçek iman sahibi sayılmaz. Git annene söyle, altı dirhemin tamamını göndersin.”
Bu söz üzerine Hz. Fatıma paranın hepsini gönderdi. Hz. Ali de onu fakire verdi. Adamcağız sevinerek, teşekkür ederek oradan ayrıldı.
Tam bu esnada adamın biri devesinin yularından tutmuş geliyordu.
“Yâ Ali şu deveyi satıyorum, almak ister misin?” diye sordu.
“Kaça satıyorsun?”
“Yüz kırk dirheme.”
“Parasını daha sonra vermemi kabul edersen deveyi kapıma bağla.”
Adam deveyi bağlayıp gitti. Biraz sonra bir başkası geldi. Hz. Ali’den devenin satılık olduğunu öğrendi.
“Kaça satıyorsunuz deveyi yâ Ali?”
“İki yüz dirheme.”
Satışta anlaştılar. Adam deveyi alıp parasını teslim edip gitti. Biraz sonra Hz. Ali de alacaklısını buldu, yüz kırk dirhemini teslim etti. Satıştan elde ettiği altmış dirhem kârı götürdü, hanımı Hz. Fatıma’ya uzattı.
“Bu nedir yâ Ali?” diye sordu Hz. Fatıma.
“Bu altmış dirhem, Allah’ın bize Kur’ân’da vaad ettiği karşılıktır” dedi ve şu âyeti okudu: “Kim bir iyilikle gelirse, ona yaptığı iyiliğin on katı vardır.” (Enam Sûresi, 160)
Hazret-i Ali, fakire altı dirhem vermişti. Cenâb-ı Hak da verilen sadakanın karşılığını on kat olarak göndermişti.
…
Evet, Hazret-i Ali bu satışla beş kârı birden elde etmişti.
Birinci kâr: Geçici dünya malı, sadaka verdiği için sonsuz bir şekle dönmüştü.
İkinci kâr: Cennet gibi bir mükâfat almıştı.
Üçüncü kâr: Verdiği her kuruşu bereketlenmiş, ‘bir’den bine çıkmıştı.
Dördüncü kâr: Hayatını ve malını manevi bir sigorta altına almıştı. Bu tevekkül sigortasıydı. Gerçek anlamda Allah’ın malını yine Allah’a satmıştı. Hem dünyada, hem de âhirette büyük bir kazanç elde etmişti.
Beşinci kâr: Verdiği sadaka, yaptığı iyilik Cennet yemişleri, nimetleri olarak kendisine dönecekti.
Elindeki imkânları ihtiyacı olanlarla paylaşmayanlar ise hem bu kârlardan mahrum kalıyorlar, hem de bir o kadar maddi ve manevi zarara uğruyorlardı.
Zaten insan Allah adına vermenin, Allah için yardım etmenin, Allah rızası için iyilikte bulunmanın hazzını, zevkini ve keyfini bir tadacak olsa, ondan sonra bu işi artık güzel bir alışkanlık haline getirecek, iyilik yapmadan rahat edemeyecektir.