“Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de
onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler.
Onu insan yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve çok cahildir.”
(Ahzâb Suresi, 72)
Ayette bahsedilen ‘emanet’in bu cansız varlıklara teklif edilmesi iki şekilde düşünülebilir:
Birisi, Cenâb-ı Hakk’ın cansız eşyayla da konuşması söz konusudur. Nitekim Nuh tufanında yere ve semaya yapılan hitaplar bunu açıkça göstermektedir. Bu hitap da ayette geçen varlıklara yapılmış olabilir. Ancak tefsir âlimleri bu manaya fazla itibar etmemişler ve bu teklifin bir temsil, bir istiare olduğu ağırlık kazanmıştır.
Bu âyet-i kerîme ile insana verilen istidadın (yeteneklerin) gök, zemin ve dağlardan daha mükemmel olduğu ve insanın, bu istidat sayesinde onların taşıyamadığı bir yüke talip olabildiği ders verilmektedir.
…
Bu konuda şöyle bir soruya da muhatap oluyoruz: İnsan bu emaneti ihtiyarıyla mı yüklenmiştir?
Bunun bir temsil olduğu kabul edildiğine göre, ortada ne ihtiyar vardır, ne de ıztırar vardır; emaneti ancak insan mahiyetinin üslenebilecek istidatta (kabiliyette) olduğunu beyan söz konusudur.
Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde geçen şu ifadeler konuyu en güzel şekilde aydınlatmış bulunuyor:
“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip….”
Demek oluyor ki, emaneti yüklenen, insan istidadıdır. Yükü ise, kendisinde bulunan sıfatları, fiilleri, halleri iyi değerlendirerek Cenâb-ı Hakk’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.
Meselâ, güneş kendisinde bulunan kuvvete “benim kuvvetim” diyecek bir istidada sahip olmadığı için, o muazzam kuvvetini ölçü alarak Allah’ın kudretini bilmekten mahrumdur. İnsan ise on-onbeş kiloluk bir taşı kaldırdığında bunu ölçü alabiliyor ve “Ben nasıl bu taşı kaldırıyorsam Halık’ım da bütün gezegenleri kolayca çeviriyor, bütün yıldızları düşürmeden durduruyor.” diyebiliyor.
Yine güneş, ilim ve irade sıfatlarından mahrum olduğundan, onları ölçü alarak Allah’ın ilim ve irade sıfatlarını bilemez. Görmesi ve işitmesi de olmadığından Allah’ı “Semi’ ve Basîr” olarak tanıyamaz.
İnsan ise, kuvvet, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanmakla Allah’ın sıfatlarını bir derece bildiği gibi, şefkat, merhamet, gazap gibi şuunatıyla da Allah’ın şuunatına bir derece bakabilir. Nur Külliyatından bu meseleye misal olabilecek bir hakikat dersi:
“…Bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.” (Bediüzzaman, Sözler)
İnsana şefkat duygusu verilmeseydi Allah’ın rahmet ve merhametini bilemezdi. Keza, insana gazap kuvveti verilmeseydi Allah’ın kahrını ve cezasını anlayamazdı.
Demek ki, insan için Rabbini tanıma vadisinde yol alabilmenin en sağlam yolu kendini doğru tanıması ve eneyi doğru değerlendirmesidir.
…
O halde, semanın, arzın (dünyanın) ve dağların emaneti yüklenemeyişlerinin temel sebebini de bu noktada aramak gerekiyor. Biz nasıl belli bir mekânda bulunduğumuz için Allah’ın mekândan münezzehiyetini anlayamıyorsak, ayette geçen varlıklar da Allah’ın sıfatlarını ve esmâsını bilemiyorlar. Kendilerine mahsus tespihlerini ifa etmenin ötesinde bir marifet kazanmaları da söz konusu olmuyor.
Bu konuyu meselemize ışık tutacağına inandığım önemli bir hadiseyi nakletmekle tamamlamak istiyorum:
Anadan doğma görme engelli bir adama “Sen görme denilince ne anlıyorsun?” diye soruyorlar. Adam şu enteresan cevabı veriyor:
“Siz diyorsunuz ki, ‘Falan adam geliyor,’ ben hayret ediyorum bunu nasıl biliyorlar.”
İşte bu adam “Görmenin ne olduğunu anlama yükünü” kaldıracak istidatta değildir ve o yükü yüklenemez.