TR EN

Dil Seçin

Ara

Tekâsür Asrından Hümeze Manzaraları

Tekâsür Asrından Hümeze Manzaraları

Kendi elinde olana bakıp, elinde olmayanı gizli veya açık, yüzüne karşı veya gıyabında küçümseyen, kendine dikkat etmelidir.

Televizyon ekranlarından, kürsülerden, gazete köşelerinden, geniş masaların arkasındaki yüksek koltuklardan aşinası olduğumuz manzaralardır: Sayılabilir şeylerle ölçülen bir ‘başarı’ya ulaşmış birileri, herşey ve herkes hakkında konuşurlar! İnsanları, toplulukları, toplumları, milletleri, kıt’aları, hatta asırları, ‘değer’ skalasının merkezine kendilerini yerleştirerek ‘değer’lendirir; daha açıkçası, kendilerine ‘değer’ biçip başkalarını değersizleştirirler.

Üstelik bu, sadece kişilere mahsus bir durum da değildir. Sayılabilir şeylerle ölçülebilir bir başarıya ulaşmış bir sülâle, zümre, sınıf, cemaat, topluluk, toplum, millet, kıt’a, hatta çağda bile aynısını görürüz. Sayılabilir bir ‘başarı’sı olan, aynı cinsten ve aynı düzeyde bir ‘başarı’sı ölçülmeyen herkes hakkında konuşur; dilediği gibi yargılar, keser, biçer, düşürür, alçaltır.

Bunun belki en sofistike örneğini, modern Batı uygarlığında görürüz. Arkasında bıraktığı insanlık enkazına dönüp bakmadan, ulaştığı rakamların hangi kıyımların sonucu olduğuna aldırmadan, kendisini ‘sayılarla’ yücelten bir medeniyettir bu. Gayrisafi millî hâsıla, kişi başına düşen millî gelir, kişi başına düşen araba sayısı, kişi başına yıllık tuvalet kağıdı tüketimi... derken, sayılar üstünden geçmiş çağları da yargılar, kendisiyle aynı rakamı tutturamayan toplumları ve milletleri de. Bunu kaba bir şekilde yapan lümpen politikacıları da vardır; daha ince biçimde başaran diplomat, sosyolog veya antropologları da.

Sonuçta, ister kişi düzeyinde olsun, ister zümreler, toplumlar, cemaatler, milletler, kıt’alar veya çağlar düzeyinde, apaçık bir olgu sözkonusudur: Birileri, sayılabilir bir başarı üzerinden, başkaları hakkında yargıda bulunma hakkını kendilerinde vehmederler.

Her çağın gerçeği olan bu olguyu, Kur’ân, Kureyş müşrikleri örneğinde gösterir bize. Âlemler Rabbinin yalnız ve ancak O’na kul olmaya çağıran; kula kul olmayı da, kulu kul edinmeyi de imkânsızlaştıran Kur’ân adlı o güzelim daveti geldiğinde, birileri yine sayılarla ölçmeye kalkmıştır olup biteni: Kaç kişi bu davete icabet etti? İcabet edenlerin gelir durumu ne? İcabet edenler arasında bizim kadar zengin birileri var mı?

Sonra da, elde ettikleri sayılar üzerinden, ‘saydıkları’ bu insanlara ve onların tâbi olduğu hakikate karşı saygısızlığa yeltenmişlerdir. Hem yüzlerine karşı, hem arkalarından, onları çekiştirmiş, ayıplamış, alaya almışlardır.

Hümeze sûresi, sayılan bir ‘başarı’yla gelen bu küstahlığı, Kureyş müşriklerinin şahsında, şöyle anlatır:

“Arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı alay etmeyi âdet edinenin vay haline! O ki, mal toplar ve habire sayar. Malının kendisini ebedî bırakacağını sanır.” (Bkz. Hümeze sûresi, 104:1-3)

Sûrenin ‘saymak’la ‘sanmak’ arasında dikkatimizi çektiği bu ilişki, esasen, Kur’ân’ın her tarafında çıkar karşımıza. Birçok sûre ve birçok Kur’ân kıssası, insanı çokluk ve sayıyla gerçekleşen aldanışa karşı uyarır. Bu dünyaya ait sayılar, onlarla oyalanana, muhakkak kaybettirir. Çünkü bu fani dünyanın en büyük sayısı bile, sonunda ölüm çarpanıyla çarpılıp muhakkak sıfıra gelecektir. Kur’ân bu gerçeği mütemadiyen hatırlatır; ve insanı ‘âhiret yurduna’ yatırım yapmaya çağırır. Hayatı bu fani hayattan ibaret bilerek dünyalık şeylerle oyalanmak, Kehf’ten Hadîd’e, nice sûrede insanın tekrar tekrar uyarıldığı hususlardır. Kur’ân, İblis adlı o büyük aldatıcının dünyayla ve dünyalıklarla aldatmasına karşı da tekraren uyarır insanı. Dahası, bir sûre, münhasıran buna adanmıştır: Tekâsür.

Gelin görün ki, nice insan ne Tekâsür sûresinin övünülen bütün sayıların ölümle sıfırlandığı uyarısına kulak verir, ne komşusu Asr sûresinin ‘hüsran’ haberine. Bilakis, ‘çoklukla övünürken’ hüsranını hazırlayan nice insan, âhiret hayatını mahvetmeden önce bu dünyasını mahveder, zira insanlığını yitirir. Niceliğin egemenliğine maruz kalmış her ‘Tekâsür asrı’nın sonucu, hümeze-lümezedir. Yani, kendisiyle aynı gelir düzeyine, aynı malî duruma, aynı yaşama standardına sahip görmediği kişileri hem yüzlerine karşı, hem arkalarından alaya almak, ad takmak, küçümsemek ve çekiştirmektir. Bunu bir ahlâk zaafı olarak görmez, bilakis buna hakkı olduğunu düşünür. ‘Paran kadar konuş!’ denilen bir dünyada, konuşur da konuşur!

Halbuki bir bilebilse, bu fani dünyada herşey bir imtihandır. İmkân ile ibtila, bu dünyada ikiz kardeş gibidir sanki. Kimisi, elindeki imkânı kendisi için bir ‘belâ’ya dönüştürür; kimisi uğradığı belâdan Allah’ı tanıma ve âhireti bilerek yaşama imkânını devşirir. Topladığı, biriktirip habire saydığı mallarla ‘ben’ balonunu şişirip duranların göremediği gerçektir bu. O mallar, onu ‘gelip geçici’ bu dünyada kalıcı kılmaz; ama ‘gidip kalacağımız’ o dünya gerçeğine karşı yabancılaştırır. Belli bir gelir düzeyinin üstünde olanlara, belli bir mal sayısına ulaşanlara bu dünyada ebedî kalma garantisi mi verilmiştir ki, habire sayıp durmakta ve habire o kadar sayamayanları aşağılamaya kalkmaktadır? Halbuki, olacak olan, olacaktır:

“Arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı alay etmeyi âdet edinenin vay haline! O ki, mal toplar ve habire sayar. Malının kendisini ebedî bırakacağını sanır. Hayır, öyle olmayacaktır! Kesinlikle o, herşeyi yakıp yıkan cehenneme atılacaktır.” (Bkz. Hümeze sûresi, 104:1-5)

Âdildir âlemler Rabbi. Ve ceza, amelin cinsindendir. Allah’ın ona ihsan ettiği malla Allah’ın kullarını aşağılamaya ve ezmeye kalkışanlar; Allah’ın kulu iken kendilerini ilahlaştıranlar; Allah’ın kullarından kendilerine kulluk devşirmeye kalkışanlar, sayıp durdukları herşeyin, ‘buharlaşmak’tan öte, yanıp bitip kül olduğu bir cehennem gerçeğiyle tanışacaklardır. Vadesi geçmiş yazıklanmaların asla söndüremediği, yürek yakan bir ilâhî ateştir bu. Yatırımını yanlış dünyaya yapanları iflas gerçeğiyle yüzyüze getiren; bu dünyada sayıp durduğu servetiyle yüksek sütunlu evlerinin kapılarını da, şişkin kalplerini de Allah’ın sair kullarına kapatanları her taraftan kaplayan bir ilâhî ateş hem de:

“O, tutuşturulan ilâhî bir ateştir ki, gönülleri sarar. Uzun direkler arasında, onların üzerine kapanacaktır.” (Bkz. Hümeze sûresi, 104:6-9)

Ne zaman bu kısa sûreyi okusam, sahip olduğu bir dünyalıkla kendinde bir üstünlük vehmeden; dahası bu üstünlük vehmiyle Allah’ın sair kullarını küçümseyen, aşağılayan, kendince ad takan, tanımlayan, sınıflayan, kategorize eden, kınayan, alaya alan, hor gören, yeren veya ezen insanlar ve zümreler gelir gözlerimin önüne... Sûrenin mesajı açıktır: malıyla üstünlük vehmi ve bu vehimle insanları çekiştirip aşağılama, bir iman imtihanıdır.

Kendi elinde olana bakıp, elinde olmayanı gizli veya açık, yüzüne karşı veya gıyabında küçümseyen, kendine dikkat etmelidir. Zira başkalarını aşağıladığı o mal kendisinin öz malı değildir, kendisinde kalıcı da değildir, kendisi de kalıcı değildir. Ve Allah, ona o malı hümeze-lümeze için vermiş değildir. O’nun verdiğiyle O’nun sair kullarını yermeye veya ezmeye yeltenen, hesabını muhakkak verecektir. Akıllı insana düşen, kendini o hale düşürmemektir.