TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünyayı Kim Biliyor?

İnsanlar, birçok açıdan, iki gruba ayrılırlar: erkekler, kadınlar; zenginler, fakirler; uzun boylular, kısa boylular; güçlüler, zayıflar vs. Bu ayrımlara şunu da dâhil etmek mümkün: tek hayatlılar, iki hayatlılar…

 

İnsanlar, birçok açıdan, iki gruba ayrılırlar: erkekler, kadınlar; zenginler, fakirler; uzun boylular, kısa boylular; güçlüler, zayıflar vs. Bu ayrımlara şunu da dâhil etmek mümkün: tek hayatlılar, iki hayatlılar…

Tek hayatlılar, hayat sadece bu dünyadan ibaretmiş ve sanki ‘ölümden öte köy yok’muş gibi yaşarken, iki hayatlılar ölümün ötesinde sonsuz bir ahiret hayatını düşünerek yaşarlar şu dünyadaki hayatlarını.

Ve bu ikinci grup, tek hayatlılar tarafından, ‘dünya’dan anlamayan insanlar olarak görülür hep. Gariptir, iki hayatlıların büyük kısmının da teslim olduğu, kabullendiği bir tasavvurdur bu. Dünya, sadece tek hayatlı ehl-i dünyanın değil, iki hayatlı nice mütedeyyin insanın gözünde dahi, tek hayatlıların iyi bildiği yerdir. Baksanız, dünyayı en iyi onlar bilir. Hatta, dünyayı sadece onlar bilir. Mü’min, onların bildiği bu dünyada çok şey bilmez, pek bir şeyden anlamaz halde dolaşan bir yabancı gibidir.

‘Dünyadan anlama’nın içeriği sorgulanmadan bu tasavvur birçok mü’minin zihinlerine yer etmiş olduğu için de, tek hayatlı dünya ehliyle teması sıklaşan birçok ehl-i din hem kullandığı dil, hem yaşayış yönünden bir başkalaşma riskiyle yüzyüze gelir.

Eh, ‘dünyayı bilme’nin ve ‘dünyadan anlama’nın birilerince zaten yapılmış bir tarifi vardır. Dünyayı bilen adam şöyle yapar, böyle giyinir, şöyle konuşur, böyle oturur, şunu yer, bunu içer, şuraya yerleşir, burada dolaşır… Zihinler bu tarifi sorgulamadan kabullendiğinde ise, iyi çikolatanın adı ve tadı üzerine konferans verebilir derecede ‘kendini ‘geliştiren’ler de çıkar aramızdan, araba markaları ve modelleri, araba koltuklarının deri kalitesi, güzelim ömrünün nice nice zamanlarını filan marka çantaların veya falan marka ayakkabıların son otuz yıllık ‘tarihî’ seyri üzerine bilgi ve görgü geliştirmek üzerine harcayanlar da… Yahut, eline ve dudağına puroyu alıştırıp iyi puro hatıralarıyla rüşdünü ispata girişenler, lüks ev döşeminde ‘in’ler ve ‘out’lar üzerine ihtisas yapanlar, hatta “tadı dışında şarabın herşeyini bilirim’ diye tek hayatlılardan kabul sertifikası almaya çalışanlar da…

Dünyayı en iyi ve hatta sadece tek hayatlı ehl-i dünyanın bildiği kabulü üzerinden, onların ‘dünya’sını merkeze alan bir dil, üslup, alışkanlık, hobi, moda, yaşama biçimi mü’minlerin dünyasına da o derece sirayet ediyor ki, ‘dindar ehl-i dünya’ gibi normal şartlarda olmaması gereken bir tarif ‘garip ama gerçek’ bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Örtülü; ama dünya ehlinin hayatıyla da örtüşen hayatlar. Ne yazık, en büyük hobisi ‘okyanusta köpekbalığı avlamak’ olan ‘dindar ehl-i dünya’lar dahi var bugün aramızda.

Durum, bu.

Durum bu; çünkü, iki hayatlı mü’minler bu ülkede ve küresel ölçekte tek hayatlılara karşı bir ‘psikolojik yenilgi’ yaşıyor. Bu psikolojik yenilgi ise, bir ‘ontolojik boşluk’tan besleniyor.

Hâlbuki mü’minler açısından bugünden çok daha zor bir dönemde, bir hakikat kahramanı “İki hayatımı iki elime almışım, tek hayatlılar karşıma çıkmasınlar” diye, bu selin karşısında durabilmiş; tek dünyalıların bütün güçleri ve imkânlarıyla üstüne geldiği bir vasatta “Sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim ahiretime karışmayın. Sizin dünyanız sizin başınızı yesin ve yiyecek” diyebilmiş; ona bir ‘savaş esiri’ muamelesini reva görüp haksız ve hukuksuz şekilde oradan oraya sürgün edip durmalarına karşılık “Madem bu dünya bir misafirhanedir, hakiki vatan değil; her yer birdir. (...) Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır” diye cevap verebilmişti.

Böyle diyebilen Bediüzzaman gibi isimlerin hâlâ taptaze duran hatırasına mukabil, tek hayatlı dünya ehli bugünün ‘dindar ehl-i dünya’sının zihin ve ruh iklimine ne kadar da tesir ediyor!

Onların sınıfına kabul edilmek, onların sınıfından atılmamak, onların “Siz de dindarsınız, ama başkasınız” cümlesini bir iltifat olarak duyabilmek adına, dinden, mukaddesattan, farzdan, sünnetten, nevâfilden neler neler feda ediliyor buralarda...

Çünkü, bir ‘psikolojik yenilgi’miz var. Onların çok iyi bildiklerini ve anladıklarını düşündükleri ‘dünya’ları, bizim nefislerimizin de ‘Kızıl Elma’sı. Dünyayı bilmek onların marifeti diye bildiğimiz için, ‘dünyalı’ olabilmek, ‘dünyadan anlıyor’ diye aralarına kabul edilmek, ‘dünyayı bilmiyor’ diye dışlanmamak hatırına, onların tariflerine razı olarak onların ‘dünyası’na yöneliyor adımlarımız.

Bu tek hayatlı zevatın ‘yaşam tarzı’ ihracına karşı kalblerimizi ve zihinlerimizi aşılı tutabilmemiz gerekiyor oysa. Onların yaşam tarzlarını izlemeye, onların sözlerini anlamaya, onların yazdıklarını okumaya ayırdığımız vaktin en az kırkta birini Kur’ân’ı anlayarak okumaya ayırabilmemiz gerekiyor.

Şu ana kadar böyle yapabilseydik, âlemler Rabbinin Kitabından şu âyet, bu topraklarda yaşamış bütün mü’minlerin en azından mânâsıyla ve mealiyle ezberinde olurdu meselâ:

 

“Onlar, bu dünya hayatından, yalnız zâhirini bilirler. Ahiretten ise, gafillerin ta kendisidirler.” (bkz. Rûm sûresi, 30:7)

 

Eski Yunan ve Roma’nın modern evlatlarının hâkim olduğu bugünün dünyasında daha da manidar bir Rûm sûresi âyetidir bu. ‘Dünyayı bilme’nin hakiki tarifini ortaya koyan; ve hakikatten gafletin yol açtığı ontolojik boşluğa cevap getirdiği gibi, o boşluğun sonucu olarak yaşanan psikolojik yenilgiye de deva sunan bir Kur’ân âyeti...

İlgili âyetten anlaşıldığı üzere, dünya hayatının bilgisi, ‘zâhiri’nden ibaret değildir. Dahası, asıl bilmek, bâtınını ve derûnunu bilebilmek olduğuna göre, sırf zahir yüzde kalan bir bilgi gerçekte bir zan ve vehimden, asılsız bir tasavvurdan ibarettir. ‘Dünya hayatından bilgi sahibi olmak,’ zahirinin ötesinde ve derûnunda, dünyanın asıl niteliğini bilmekle gerçekleşir; ve böyle bir bilgi, âyetin devamından anlaşıldığı üzere, ancak dünyayı ‘ahiret’le bilenlerin kârıdır.

Kısacası, dünyayı bilenler, dünyayı ‘ahiretle birlikte’ bilenlerdir. Onu, ‘ahiretin tarlası’ olarak bilenlerdir. Dünya hayatından sadece zahirini bilenler ise, bu zahiri asıl ve öz olarak bilip, ahirete bakan asıl yüzünü görememekle, tam bir gaflet içerisindedirler. Dünya hayatını gerçekten bilmenin vazgeçilmezi, onun zahirini, bâtınıyla; görünen yüzünü iç yüzüyle birlikte bilebilmektir. Dolayısıyla, bu dünya hayatını bir ‘oyun ve oyalanma; bir süs; bir böbürlenme; mal ve evlatça bir çokluk yarışı’ndan (bkz. Hadid, 57:20) ibaret görmeyip, bilakis esmâ-i hüsnânın meşheri ve ahiretin tarlası olarak bilebilmektir.

Hayır, o tek hayatlılar, dünyayı da, hayatı da, insanı da bilmiyorlar. Dünyayı maddeden, hayatı şu dünyadan, insanı nefisten ibaret biliyorlar çünkü. Kalıplarına, hele ağızlarına bakınca adam sanılsalar bile, ‘duvara yaslanmış kütük’ten (bkz. Münafikun, 63:4) pek farkları bulunmuyor; çünkü bildiklerini sandıkları dünyanın derûnu ve içyüzü sözkonusu olduğunda bütün bildikleri boşa çıkıyor. Meselâ bir ölümle yüzyüze geldiklerinde, güya hikmet ve marifet adına ağızlarından çıkan sözler, “Her insan doğar, yaşar ve ölür”den öteye geçemiyor!

Onların karşısında ezilmenin ve yenilmenin âlemi yok; hayatın nasıl yaşanacağının tarifini onlara bırakmanın da.

Onlar dünyayı ‘olduğu gibi’ bilmiyorlar, biz biliyoruz, bize de Kur’ân bildiriyor ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam öğretiyor.

Onlar bu dünyada nasıl yaşanacağını bilmiyorlar, biz biliyoruz, bize de Kur’ân bildiriyor ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam gösteriyor.

Zira, onlar dünya hayatından sadece zahirini bilirlerken, Kur’ân mü’minlere dünya hayatını her iki yüzüyle bildiriyor...

Ne mutlu ‘dünya’yı gerçek haliyle bilip iki hayatlı yaşayabilenlere…