TR EN

Dil Seçin

Ara

Ebu Bekir Olmasaydı?

“Hz. Peygamber vefat ettiğinde,

ümmetin içinde

Hz. Ebu Bekir gibi bir isim var olabildiği içindir ki,

bu ümmet, başka ümmetlerin düştükleri hataya düşmedi;

peygamberini asla ilahlaştırmadı

veya asla ölümsüzleştirmedi.”

 

Hâlık-ı Zülcelâl’in yarattığı her bir nevde bir ismin galiben öne çıkması sırrı, her biri bir ‘nev’ kıymetindeki insanlık aleminde de tezahür eder.

Kimi insan, Allah’ın Cemîl isminin parlak bir aynası hükmündedir; kimisi de celal vasfıyla öne çıkar. Kimisi güçlü fiziğiyle Kadîr ismini üzerinde tecelli ettirirken, kimisi hikmet yüklü duruşuyla Hakîm ismini cilvelendirir. Bir başkası, şefkatiyle Rahîm ismine; beriki, yardımseverliğiyle, Rahman ismine ayna olur.

Bütünüyle insanlık için geçerli olan bu durum, insanlık aleminin yol göstericisi peygamberler için de geçerlidir. Musa’daki celâl, İsa’daki cemâl, Muhammed Mustafa’daki kemâl, bunun bir delilidir.

Keza, sahabiler arasında da, bir ismin veya diğerinin, bir özelliğin veya diğerinin galiben tecellisi sırrı ile karşılaşır insan.

Sa’d b. Ubade cömertliğiyle Rezzak isminin parlak bir aynası iken, Sa’d b. Muaz dikkati ve hikmetiyle öncelikle Hakîm ismini cilvelendirir üzerinde. Ali, Alîm isminin bayraktarı iken, Osman’da Halîm ismini apaçık okur insan. Ömer’de adalet vasfı öne çıkarken, sıdk Ebu Bekir’de zirveyi bulur.

Sıdk, her bir sahabide cilvelenen, ancak Ebu Bekir’de zirvesini bulan bir özellik olmakla birlikte, bu özelliğe dair zaman içinde yaşanan bir algı kayması, Ebu Bekir’deki bu özelliğin değerini, dolayısıyla Ebu Bekir’in değerinin anlamamızda bir mania teşkil eder.

Evet, Ebu Bekir hepimizce makbuldür, değerlidir, “faziletçe en üstün” sahabi olarak anılacak kadar değerlidir; ama yine de, Ebu Bekir, algıladığımızdan da daha değerlidir. Zira ondaki sıdk, ‘sadakat’ deyince bizim algıladığımızdan daha ulvi bir özelliktir.

Bugünün dünyasında, sadakat, ‘doğruluk’tan ziyade ‘bağlılık’ anlamını çağrıştırır bize. Oysa sadakat, kök anlamıyla, ‘bağlılık’ manasını içermez; ‘doğruluk’ anlamını içerir. Bağlılık, gerçek bir ‘doğruluk’un tezahürü ve işlevidir.

Bunu en net biçimde, bir Kur’an ayeti ile kavrar insan. Bakara suresinin 111. ayeti, “Eğer sadıklardan iseniz, delil getirin.” diye seslenir müşriklere.

Ve böylece, ‘sadakat’in asıl dayanağını ve temelini verir: delil. Yani, ‘sıdk’, salt bir bağlanma haline işaret etmediği gibi, “körü körüne bağlanma” asla değildir.

Diğer bir deyişle, “körü körüne bağlanan”lar, kelimenin gerçek anlamıyla ‘sadık’ insanlar değildir.

Sıdk hali, sadakat eylemi ve sadık olma keyfiyeti, sadakat gösterdiğimiz dava için delil getirip getiremediğimiz ölçüsüne göre şekillenmektedir.

Dolayısıyla, ortada bir ‘sıdk’ ve ‘sadakat’ halinden söz edebilmek için, bağlanılan dava için enfüste bir tasdikin varlığı; hakiki anlamda bir tasdik, yani ‘doğrulama’nın varlığı için ise bir bürhan gereklidir.

Bu bakımdan, Hz. Ebu Bekir (ra) ‘Sıddık’ unvanına layık görülmüşse, bu, onun Resûl-i Ekrem’e (asm), haşa, körü körüne bağlılığından dolayı değildir. Sırf Resûl-i Ekrem’e (asm) bağlılığından dolayı da değildir. Bilakis, ‘Sıddık’ unvanı, Hz. Ebu Bekir’in iç dünyasında tasdik olunmuş, bürhana ve delile dayanan bir bağlılığın nişanesidir.

Bir diğer deyişle, kelimenin gerçek anlamıyla sadakat, ancak ve ancak, delil ve bürhan getirilebilen iddialar için sözkonusu olabilmektedir. Bir dava yahut iddiada bir bağlılık var, ama bu dava veya iddianın doğruluğuna dair bürhan yok ise, bu bağlılığa gerçekten ‘sadakat’ adını vermek imkan haricindedir.

Nitekim, Hz. Ebu Bekir, onun risaletini enfüsî ve afakî delillerle tanıyarak tasdik ettiği için, müşrikler ona akılalmaz bir hezeyan imiş gibi Mirac’a dair nebevi haberi getirdiklerinde, hiç tereddütsüz, “O söylüyorsa, doğrudur.” diyebilmiştir.

O söylüyorsa, doğrudur. Zira o nebidir, nebi kendinden konuşmaz; onu nübüvvetle görevlendiren Zat-ı Zülcelâl ise, hem Kadîr-i Külli Şey’dir, her şeye gücü yeter; hem Alîm-i Külli Şey’dir, Lâtîfun Habîr’dir, Semîu’l-Basîr’dir, kimi nebi seçeceğini bilir ve nebisinin her hareketini görür, gözetir; hem de Azîzün Züntikam’dır, hiçbir nebi O’nun adına yalan uydurmaya yeltenmediği gibi, yeltenemez de.

Dolayısıyla, Muhammed-i Arabi (asm) Mirac’ı haber veriyorsa eğer, demek ki, Rabbinin dilemesiyle o Mirac’ı gerçekten yaşamıştır.

Mirac haberi karşısında gösterdiği bu tereddütsüz tasdiktir Ebu Bekir’in ‘Sıddık’ unvanıyla anılmasına sebebiyet veren. Ve, hakikat-ı halde nasıl Mirac Hz. Peygamber’in elli üç yıllık hayatında sergilediği ubudiyetin teyidi ve tasdiki ise, Hz. Ebu Bekir’in (ra) Mirac’ı tasdiki de hakikat-ı halde onun elli bir yıllık hayatına rengini veren kelimenin tam anlamıyla bir ‘sıdk’ halinin teyidi ve tasdikidir.

Onun nasıl bir sıddıkiyet üzere olduğu, zaman içinde başka nice olayla da anlaşılmakla birlikte, bu sıddıkiyetin zirveleştiği gün, herhalde, Hz. Peygamber’in vefat ettiği gündür.

O gün ki, sahabiler Hz. Peygamber’in vefat edip aralarından ayrılmasına bir türlü razı olamayışın etkisiyle, “aslında Hz. Peygamber’in vefat etmediği”, “bunun bir imtihan olduğu ve Hz. Peygamber’in hayata döneceği” gibi tezler geliştirmeye başlamış; Hz. Ömer gibi dirayeti ve metanetiyle meşhur bir sahabi bile o gün “Kim Muhammed öldü der ise boynunu vururum.” diyerek dolaşmıştır.

İşte böyle bir günde, bütün bu ruh karmaşasını çözüp sükûna kavuşturan isim, Hz. Ebu Bekir’dir.

O, o zor günde, zor olanı söyleyen kişidir: “Kim Muhammed’e tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed öldü. Kim Allah’a ibadet ediyorsa, bilsin ki Allah bâkîdir.”

Bu söz, Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam’ın risalet yılları öncesinde ve risalet yılları boyunca en yakın arkadaşı olmuş kişinin sözleridir; ve bu sözler, Hz. Ebu Bekir’in ona olan yakınlık ve sevgisinin ‘kişisel sevgi’den de öte onun getirdiği vahye olan muhabbet ve sadakatle beslendiğini göstermektedir.

Hz. Ebu Bekir, Muhammed-i Arabi aleyhissalatu vesselamı o kadar sevmekte, ona o kadar değer vermektedir ki, onun getirdiği habere, onun elçisi olduğu vahye kulağını, aklını ve kalbini tam bir açıklıkla açmış; tam olarak kabul etmiş; ve bu kabule uygun bir düşünce ve duygu donanımıyla yaşamıştır.

Gelen vahiy “Yeryüzünde her ne varsa fanidir; Zülcelâli vel-İkram olan Rabbinin vechi müstesna.” (Rahman suresi, ayet: 26-27) buyuruyor olduktan sonra, Ebu Bekir (ra) nasıl Hz. Peygamberi ölümsüzleştirebilir ki?

Keza, gelen vahiy “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse, gerisin geri mi döneceksiniz?” (Âl-i İmran suresi, ayet: 144) buyurduktan sonra, Ebu Bekir (ra) nasıl onun ölüm haberine dirensin ki?

Bilakis, bu ölüm haberine herkesin direndiği ve bu habere karşı ‘mistifikasyonlar’ üreterek Hz. Peygamberi ‘insanüstü’ ve fanilikten münezzeh bir konuma yerleştirme riskine duçar olduğu bir zamanda, o, bu ayeti hatırlatarak, Peygamberin şahsının vefatından dolayı “yoldan çıkma” riskiyle yüz yüze kalmış ümmetin akıl, kalb ve ruhlarını Peygamberin getirdiği vahyin ışığında yeniden yola koymuştur.

Velhasıl, Hz. Ebu Bekir’in vefat günü ortaya koyduğu sıddıkiyet, ümmetin 1400 küsur yılını istikamet üzere tutan muazzam bir sıddıkiyettir.

Allah’ın habibi olan zat, bunca yıllık dostunuz, getirdiği mesajın ve dilinden dökülen sözlerin doğruluğundan asla şüpheye düşmediğiniz kişi vefat ettiğinde, onun vefatıyla yaşadığınız hüznü kalbinize gömüp, bu hüznü açığa vuran koca bir ümmetin kalbini onun getirdiği vahyi hatırlatarak, onun elçisi olduğu Zât-ı Zülcelâl’in baki olduğunu hatırlatarak derleyip topluyorsunuz.

Bu bakımdan, Hz. Ebu Bekir’in o vefat günü söylediği sözler ne zaman hatırıma düşse, “getirdiği vahye sadakat” hatırına o gün Hz. Peygamber’in “gerçekten vefat ettiği” gerçeğiyle ümmeti yüzleştiren o sözleri söyleyen Ebu Bekir (ra) için tekrar tekrar duacı olurum.

Ve şunu düşünürüm: Hz. Peygamber vefat ettiğinde, ümmetin içinde Hz. Ebu Bekir gibi bir isim var olabildiği içindir ki, bu ümmet, başka ümmetlerin düştükleri hataya düşmedi; peygamberini asla ilahlaştırmadı veya asla ölümsüzleştirmedi veya benzeri mistifikasyonlarla yoldan çıkmadı.

Mesela, bir Hz. İsa zamanına ve ondan sonra Hıristiyanlığın aldığı seyre bakalım; bir de İslam’ın temel esaslarının ilk günün tazeliğinde ve saflığında korunuyor olduğu gerçeğine...

Başka ümmetlerin yaşadığı akıbetin bir benzerine biz duçar olmadıysak, bunda Hz. Ebu Bekir’in ve hele o vefat günü “elçiliğine sadakat” hatırına Hz. Peygamber’in fani şahsı için söylediklerinin bunda o kadar büyük bir rolü var ki... Allah ondan ebeden razı olsun.