TR EN

Dil Seçin

Ara

Çocuklarımız Doğaya Hasret Büyüyor!

“Bugün her çocuk büyük olasılıkla

Amazon yağmur ormanlarını duymuştur,

ama en son ne zaman tek başına bir ormanı keşfe gittiğini

ya da bir çayırda rüzgarın sesini dinleyerek

ve bulutların geçişini izleyerek uzandığını sorsanız,

bir şey anlatamaz.”

 

Richard Louv’un “Doğadaki Son Çocuk” kitabını okumaya başladım ve bitirene kadar elimden bırakamadım. Şimdiye kadar içimde derin bir yara olarak hissettiğim çevrenin tabiatsızlaştırılması süreci ve bunun çocuklarımız üzerindeki etkilerini o kadar güzel ve o kadar zengin işlemiş ki, takdir etmemek elde değil.

Belli ki Louv ciğeri yanmış bir baba. Sadece kendi çocukları için değil, başka çocuklar için de. Ayrıca son derece titiz bir araştırmacı. Kitapta yüzlerce araştırmanın sonuçlarına ve yine yüzlerce kişisel tecrübenin aktarılmasına şahit oluyorsunuz. Yani kitap derdini çok iyi anlatıyor.

Nasıl mı? Alın size bir örnek:

“Bugün her çocuk büyük olasılıkla Amazon yağmur ormanlarını duymuştur, ama en son ne zaman tek başına bir ormanı keşfe gittiğini ya da bir çayırda rüzgarın sesini dinleyerek ve bulutların geçişini izleyerek uzandığını sorsanız, bir şey anlatamaz.”

İşte mesele bu! Çocukların tabiattan kopmakta (belki de çoktan kopmuş!) oldukları gerçeği. Louv’a göre doğa gün geçtikçe seyredilecek, tüketilecek, giyinilecek, hatta görmezden gelinecek bir şeye dönüşüyor. Ona böyle düşündüren şey ise, izlediği bir reklam. Reklamda, bir dağda, nefes kesici güzellikte bir dere boyunca hızla ilerleyen bir dört çeker arazi aracı gösteriliyor; arka koltukta iki çocuk, camların ardındaki manzaraya ve dereye ilgisiz, arabadaki açılır kapanır ekrandan film izliyorlar.

Ne kadar bir reklam filmi olsa da, gerçeklik payı çok yüksek bunun. Doğa ya da tabiat dediğimiz şeyi çocuklarımız ya televizyondan ya da arabalarımızın arka koltuklarından izlemiyorlar mı artık? Aralarından kaçı, gerçek anlamda tabiatla buluşuyor, ona dokunuyor ya da kokluyor? “Maalesef zamanlarının daha azını doğal ortamlarda geçiren çocukların fiziksel ve ruhsal duyuları köreliyor. Bunun sonucunda ise tecrübeleri giderek fakirleşiyor. Oysa nasıl çocukların beslenmeye ve yeterli uykuya ihtiyacı varsa, doğayla temasa da ihtiyaçları vardır.”

 

ÇOCUK İÇİN TABİAT NE ANLAM İFADE EDER?

Louv, kendi çocukluk tecrübelerinin zenginliğini de katarak, tabiatın çocuk için ne anlama geldiğini enfes cümlelerle anlatıyor:

“Çocuklar için tabiatın birçok farklı yüzü vardır. Yeni doğmuş bir buzağı, yaşayıp bir gün ölen bir ev hayvanı, ağaçların arasında eski bir patika, ısırgan otlarına bürünmüş bir kale, boş bir alanın nemli, gizemli bir köşesi. Tabiat hangi biçimde görünürse görünsün, bir çocuğa anne ve babasının dünyasından farklı, daha yaşlı ve daha büyük bir dünya sunar. Televizyondan farklı olarak, zamanı çalmak şöyle dursun, onu genişletir. Yıkıcı aile ortamında ya da çevrede yaşayan bir çocuk için şifa sunar. Çocuğa, üzerine kültürün hayal ürünlerini çizip yeniden yorumlayabileceği boş bir yaz-boz tahtası verir. Görsel imgelem gücünün ve duyuların tam kullanımını teşvik ederek çocuğun üretken düşünmesini destekler. Kendisine fırsat verilen bir çocuk, dünyanın karmaşasını kırlara götürecek, derelerde yıkayacak, tersyüz edecek ve ardında ne olduğuna bakacaktır. Tabiat bir çocuğu korkutabilir de ama bu korku da bir amaca hizmet eder. Çocuk tabiatta özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyet bulur; yetişkinlerin dünyasından uzak bir yer ve farklı bir huzur...”

Kitabın ikinci bölümünde, Amerika’da tabiatın yüz yıllık süre içinde nasıl adım adım insanların hayatından çıktığı ele alınıyor. Önceleri “boş topraklardan oluşan bir alanın varlığı, bu alanın sürekli olarak azalması ve Amerikan iskânının batıya doğru ilerlemesi” söz konusuyken, 1890’larda bu durum sona ermiş ve ardından yerleşik çiftlik hayatının egemen olduğu bir dönem başlamıştır. Louv, bir yüz yıl içinde bu dönemin de sona erdiğini söylüyor: “1900’de Amerikan halkının %40’ı çiftliklerde yaşarken, 1990'da bu oran sadece %1,9’a geriledi.”

Benzer bir tablo, aslında bizde de geçerli. Türkiye’de de daha 1950’lere kadar köyde yaşayan nüfus, şehirde yaşayanlara göre daha fazlayken, şu an itibariyle köyler adeta boşalmış durumda. Bu sadece, insanların göç etmesiyle değil, köylü mekanların kentli görünüme kavuşmalarıyla da alakalı.

Peki bu değişim çocukları nasıl etkilemektedir?

Louv’a göre, “Çocuklar yedikleri yiyeceklerle onların kaynakları arasındaki bağlantıyı yitirdiler, hayal güçleri gameboy ve Sega oldu, hareketsiz kalmaya ve şişmanlamaya başladılar.”

“İngiltere’de yapılan bir araştırma da bu tespitleri destekliyor. Araştırmaya göre, ortalama özelliklere sahip sekiz yaşındaki çocukların Japon kart değişim oyunu Pokemondaki karakterleri tanımakta, yaşadıkları bölgenin doğal türlerini tanımaktan daha başarılı olduklarını ortaya çıkardı: Pikachu, Metapod ve Wigglytuff onlar için su samuru, kınkanatlı böcek ve meşe ağacına kıyasla daha tanıdık adlar.”

Kent yaşamının çocuklar üzerindeki önemli etkilerinden biri de, evlerinden dışarıda serbest tarzda oyun oynamayı terk etmeleri oldu. Bunda elbette kentin tasarımı, sokağın korkulan bir yer olması gibi pek çok faktör etkiliydi.

Amsterdam’da yapılan bir araştırmaya göre, Hollanda’da 1950’lerde ve 1960’larda oynanan çocuk oyunlarıyla yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında oynanan oyunlar karşılaştırıldığında, çocuklar bugün dışarıda daha nadir ve daha kısa sürelerde oynuyor; evlerinin çevresinde daha kısıtlı bir dolaşım alanına sahipler ve oyun arkadaşlarının hem sayıları hem de çeşitliliği daha az.

Maryland Üniversitesi’nden Sandra Hofferth’in bir çalışmasına göre ise, 1997’den 2003’e gelindiğinde, dokuz ile on iki yaş arası çocukların kır gezintisi, yürüyüş, balık tutma, plajda oyun oynama, bahçe işleri gibi açık hava etkinlikleri %50 oranında azaldı. Hoffert ayrıca, yirmi beş yıl içinde, çocukların serbest oyunlarla ya da kendi istedikleri gibi geçirdikleri sürenin haftada toplam dokuz saat azaldığını bildiriyor.

Amerikalı bir araştırmacı, bir çocuk kuşağının yalnızca iç mekanlarda yetiştirilmesinin de ötesinde, küçük yerlere kapatıldığını öne sürüyor. Profesör Jane Clark’ın deyimiyle, bu “kutulanmış çocuklar”, giderek daha fazla araba oturaklarında, mama sandalyelerinde ve hatta televizyon izlemek için yapılmış bebek oturaklarında zaman geçiriyorlar. Çocuk kutulama işlemleri büyük ölçüde güvenlik amacıyla yapılıyor olsa da, çocukların uzun vadedeki sağlıkları riske atılıyor.

İskoçya’daki Glasgow Üniversitesi’nden araştırmacılar, üç yaşındaki yetmiş çocuğun bellerine bir hafta boyunca küçük elektronik hızölçerler iliştirerek çocukların hareketliliklerini incelediler ve sonuçta çocukların fiziksel olarak etkin oldukları sürenin günde yalnızca yirmi dakika olduğunu buldular.

 

DOĞA YOKSUNLUĞU SENDROMU

Louv’a göre, bu sendrom doğaya yabancılaşmanın insana getirdiği maliyeti anlatıyor. Bunun içinde, duyuların daha az kullanılması, dikkat sorunları ve hem fiziksel hem duygusal hastalıkların oranındaki artış vardır.

Son veriler de, bu tespitleri destekliyor: Yakın zamanda yapılan bir araştırma, tabiat ile temasın Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun belirtilerini azaltabileceğini, ayrıca bütün çocukların bilişsel yeteneklerini geliştirebileceğini ve olumsuz baskılara ve depresyona karşı dirençlerini artırabileceğini ortaya koydu.

Gerçekten de uzun soluklu araştırmalar, yüksek suç oranları, depresyon ve diğer şehir hastalıkları ile parkların ve açık alanların yokluğu ya da erişilmezliği arasında ilişki olduğunu gösteriyor.

Kitapta psikoloji otoritelerine de ciddi bir eleştiri getirilmiş:

“Psikoterapistler ailesel ve toplumsal ilişkilerdeki her tür işlev bozukluğunu kapsamlı şekilde çözümlemiş durumdalar, ancak çevreyle ilişkilerdeki işlev bozuklukları bir kavram olarak bile ortada yok. Tanı ve İstatistik El Kitabı ayrılık kaygısı olarak tanımlanan davranış bozukluğunu, bireyin evinden ve bağlı olduğu kişilerden ayrı kalmasıyla ilişkili aşırı kaygı durumu olarak tanımlıyor. Ama bu Kaygı Çağı’nda doğal yaşamdan kopuşumuzdan daha yaygın olan hiçbir ayrılık yok. Dolayısıyla akıl sağlığının çevreye dayalı bir tanımının yapılmasının zamanı çoktan geldi.”

 

TABİATIN SAĞALTICI ETKİSİ

“Doğal alanların, en azından bahçelerin, sağaltıcı ve iyileştirici olabileceği aslında çağlar öncesinden süzülerek günümüze ulaşmış eski bir düşüncedir. İki bin yılı aşkın zaman önce Çinli taocular sağlığa yararlı olduklarını düşündükleri bahçeler ve seralar yapmışlardır.” O kadar eski olmasa da, Osmanlı da bu konuda oldukça bilinçliydi. Kendine has bir bahçe kültürüne sahip Osmanlı İmparatorluğu’nda, neredeyse her evin kendine ait bir bahçesi ya da avlusunun olması bunun neticesiydi.

“Bahçecilik terapisi dışında, bugün kabul gören diğer bir sağlık koruma yaklaşımı da ev hayvanı terapisidir. Araştırmalar, deneklerin yalnızca bir akvaryumdaki balıkları seyretmelerinin, kan basınçlarını önemli ölçüde düşürdüğünü göstermiştir.”

“İlginçtir ki, obezlikle ilgili yapılan tartışmalarda doğa ya da tabiat sözcüğü hiçbir şekilde geçmiyor. Ama bunun da değişmesinin vakti çoktan geldi. Tartışmadaki eksik öğe, saatlere yayılmış genel fiziksel etkinliktir. Çünkü çocukların serbest oyun sırasındaki fiziksel egzersizleri ve duygusal değişimleri, organize sporlara göre daha fazla çeşitlilik içerir ve zaman kısıtlamaları daha azdır. Oyun zamanı, özellikle de serbest, hayal gücüne ve keşfe dayalı oyunla geçirilen zaman; giderek daha yaygın bir şekilde, sağlıklı çocuk gelişiminin temel bileşenlerinden biri olarak kabul ediliyor.”

“Yakın zamanlı araştırmalar, dışarıda geçirilen zamanı kilo kontrolü dışında başka sağlık yararlarıyla ilişkisine yönelik umut verici kanıtlardan da söz ediyorlar. Bu yararlar tabiatın doğrudan tecrübe edilmesiyle ilgili olabilir. Norveç’te ve İsveç’te okul öncesi çocuklarla ilgili yapılan çalışmalar, doğal çevrelerde oynanan oyunların özel yararlarını gösteriyor. Bu çalışmalarda, her gün tipik, düz zeminli çocuk bahçelerinde oynayan okul öncesi çocuklarla, onlarla aynı sürelerde ama ağaçların ve kayaların arasında, doğal oyun alanlarının engebeli zeminlerinde oynayan çocuklar karşılaştırıldı. Bir yıllık bir sürenin sonunda, doğal alanlarda oynayan çocukların, başta denge ve çeviklik olmak üzere, hareket testlerinde daha başarılı oldukları bulundu.”

Özetle, tabiat ile sağlık neredeyse iç içe geçmiş iki kavram.

 

BİLGİSAYAR MI, TABİAT MI?

“Neredeyse sonsuz kodlama olanağıyla bir bilgisayarın tarihin en büyük dağınık parçalar kutusu olduğu iddia edilebilir. Ama temelde iki parçadan (1 ve 0) oluşan ikili kodlamanın kendine özgü sınırları vardır. Bütün duyulara seslenen tabiat, dağınık parçaların en zengin kaynağı olmayı sürdürür.

“Yeşil, doğal oyun alanları ile asfalt zeminli oyun alanlarını karşılaştıran araştırmalar dağınık parçalar kuramını destekliyor. Buna göre, asfalt çocuk bahçelerinde oynayan çocukların oyunları çok daha kesintili, yani kısa zaman dilimleri içinde oynuyorlar. Oysa daha doğal çocuk bahçelerinde oynayan çocuklar bir günden diğerine taşıdıkları uzun destanlar oluşturuyor, böylece anlam devşirip biriktiriyorlar.”

Netice itibariyle, “tabiat bilgisayarın, sokağın ya da güvenlikli sitelerin sağlayamayacağı bir şey sunar. Çamurla, tozla, ısırgan otlarıyla, gökyüzüyle, aşkın tecrübe anlarıyla ve dizlerdeki sıyrıklarla, dağınık parçalar ve olanaklar sunar. Çocukların evlerinin bahçesinde oynamalarına, geceleyin yıldızlar ve ay yollarını aydınlatırken evlerine bisikletle dönmelerine, ağaçların arasından yürüyerek bir nehre varmalarına, sıcak Temmuz günlerinde uzun çimenlerin üzerinde sırtüstü yatmalarına, ya da titreşen yabanarılarına benzeyen pıtırak dikenlerini seyretmelerine fırsat verir.”

“Doğa çocuklara kendilerinden çok daha büyük olan bir şey; sonsuzluğu kolayca tasavvur edebilecekleri bir çevre verir. Bir çocuk, gökyüzünün açık olduğu az bulunur bir gecede bir çatının üstünden yıldızları görerek sonsuzluğu algılayabilir.”