Zaman değiştikçe her gelen neslin ihtiyaçları, kişilik yapısı, hatta ruhsal problemleri ve öncelikleri de beraberinde farklılaştı. Eskiden dert olan birçok şey, artık sorun olmaktan çıkıp, bambaşka bir hal aldı. Aile içi ilişkiler, anne, baba ve çocukların rolleri bile zamanın geçişiyle birlikte ciddi değişimler geçirdi. Eskiden anne babanın özellikle de babanın baskın olduğu aile modeli, son yıllarda çocuk merkezli hatta çocuğun hâkimiyetinin ve isteklerinin sınırsızca karşılandığı ortamlar haline geldi.
Şu anda orta yaşlarını yaşayan bizim nesil için özgüven problemleri her zaman için önümüze engeller çıkardı. Kendimizi ve duygularımızı ortaya koymakta, ifade etmekte hep zorluk çektik. Otuzlu yaşlarda bile kendine güven duygusunun sonuçlarıyla baş etmeye çalıştık. Hayır diyebilmek bile öyle zordu ki… İstemediğimiz bir sürü işin ve yükün ortasında bulduk kendimizi... İçimizden söylene söylene yaptığımız ne çok şey oldu, sırf güzelce bir hayır diyememek yüzünden... Ya da ilişkilerin kolay yıkılabilirliğine olan inancımız, duygularımızı ifade etmemizi engelledi. Ettiğimiz zaman da, kötü bir dille ifade ettik. Zamanında yaşanmamış ve söylenmemiş her duygunun bedelini çok ağır ödedik... İfade edilmeyen her duygu, hırçınlık ve öfkeyle söylenen yaş dönümü krizlerine dönüştü.
Bizim nesil, büyürken çok yoruldu, önce kendisiyle tanışmayı öğrendi. Kendini gördüğünü zannettiği aynalar bir bir kırıldı. Geride kalanları da kendisi kırdı. Yıkıntılarından doğan öfkesini affetmeden yol alamayacağını, o da biliyordu. Önce geçmişini, orada hayatına hükmü geçmiş herkesi affetti, yüreğindeki yüklerini atınca hafifledi. Ancak o zaman büyüyebildiğini fark etti...
Bizim nesil kendini, adeta arkeolojik bir kazı yapar gibi keşfetmeye çalıştı. Her bulduğunu yerine koymak ise yıllarını aldı. Tüm korkularının ve zaaflarının takıldığı yerleri teker teker keşfettikçe büyümek denen şeyin ne kadar da zor olduğunu fark etti.
Çocuklarımız bizim yaşadıklarımızı yaşamasın dedik, iyi niyetle düşündük belki ama, öyle çok verdik ki, hatta istemelerine bile fırsat vermeden verdik... Hiçbir sıkıntıları olmasın, hiç beklemesinler, hiç ertelenmesinler istedik... Hasta olmasınlar diye soğuktan aşırı koruduğumuz gibi, tüm hayat tecrübelerinden de koruduk onları... Dizleri kanamadan öğrensinler istedik hayatı... Hiç yoksunluk yaşamasınlar, her şeyleri tamam olsun dedik... Bizim yaşadıklarımızı ve beklediklerimizi yaşamasınlar, beklemeden sahip olsunlar diye düşündük... Özgüvenli olsunlar diye her istediklerini hiç bekletmeden verdik, hiç sorumluluk almadan da, beklemeden ve emek vermeden de dünyadaki en güzel, en harika insanlar olacaklarını düşündürdük onlara... Her işlerini kendimiz yaparak, hayata elleriyle katılmanın zevkini aldık ellerinden... Düşmesin diye kolladık, terler diye koşmasına izin vermedik... Bir cam fanusun içinde temiz ve özenli, dikkatli ve aşırı düzenli bir hayat sunduk onlara... Koruyalım derken, öyle şefkate boğduk ki, büyüdüklerinde hayatı yalnız yaşayacaklarını unuttuk... Kendi özgüven problemlerimizi tamir edelim derken, ertelemeyi ve beklemeyi sevmeyen, her istediği ânında olsun isteyen nesiller mi yetiştirdik acaba!..
İnsan ne kadar da kolay alışıyor her şeyin hazırına ve kolayına... Sanki hep olacakmış, sanki hep gelmesi gerekiyormuş gibi inanıyoruz. Azıcık bir gecikme olsa ya da isteklerimiz bizim arzu ettiğimiz gibi olmasa hemen şikâyete başlıyoruz. “Niye ben, niye bana!..” diye söyleniyoruz. Sanki kaderin hükmü bizim lehimize değil de aksine işliyormuş gibi sürekli şikâyet ediyoruz.
Kendimizi sonsuz bir emniyette hissetmeyeli ne kadar oldu acaba?.. Ne kadar zamandır, sadece Onun tarafından sürekli korunduğumuzu hissedebiliyoruz?..
Sanırım dikey ilişki zayıflayınca, yataydaki ilişkilerimiz de yolunu ve yönünü şaşırıyor. İyi olsun, iyi yapalım derken fıtratın gidişini ve akışını bozuyoruz. Görünürde nice şefkatli davranış ve tutum vardır ki, aslında karşımızdakine zarar verir. Onun gerçekten büyümesine, hayata tutunmasına ve acıyla baş etmesine engel olur. Şefkatle kabuğunu zamansız açtığımız her tohum, rüzgâra ve yağmura dayanıksız olur... Çabuk yıpranır, açmadan çürür gider...
Çocuklarımızı büyütürken, daha doğrusu onların büyüme serüvenine eşlik ederken, acele etmeyelim, aceleye getirmeyelim... Öğrenmeleri ve görmeleri için zaman tanıyalım, biraz bekleyelim, hemen koşmayalım, kendi kalkabilecekse, bu zaferi elinden almayalım... Bekleyen, gönderilenin kıymetini daha iyi bilir, onu daha iyi korur...
Onların terbiyecisi değil, yol arkadaşı olalım... Birbirimizin imtihanı olmak yerine birlikte imtihan olmanın, birlikte büyümenin tadını keşfedelim... Küçük yaşlarından itibaren küçük sorumluluklar verip takdir ederek, bundan lezzet almalarına imkân sağlayalım. Deneyerek, yaşayarak öğrenmelerine izin verelim... Tabi ki rehberlik yapalım onlara, ama biz bile bu yaşımızda nasihat edilmesinden hiç hoşlanmadık ki...
Öncelikle onaylamasak da, onun ne yaşadığını ve ne düşündüğünü anladığımızı hissettirmeliyiz... Sonra da onu çok sevdiğimizi, her zaman yanında olduğumuzu söylemeliyiz...
Onları yaşadıkları sürece her acıdan ve her düşüşten koruyamayız, yaşadıkları her ânın içinde, tüm hayatları boyunca onlara eşlik edemeyiz. Dürüst ve samimi, seven ve kabul eden bir yol arkadaşı olmak daha destekleyici olacaktır. Bu tutumumuz, modern zamanın bencillik ve narsizm gibi hastalıklarına karşı, onları daha çok koruyacaktır...
Anne baba olmak gerçekten zor... Ama zor olduğu kadar da eşsiz bir deneyim. Belki de hiçbir şey, hiçbir yaşanmışlık bu kadar büyütücü olamazdı...