TR EN

Dil Seçin

Ara

Ey Akıl, Nasıl Delinmez Küfen! / Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi

Özelde insan, genelde tüm kâinat o kadar kusursuz bir nizam ve intizam üzerine oturtulmuş ki, var olanı değil arızalı olanlar sıra dışı ve fantastik görünüyor bize. Açayım; İnsanın fiziksel ya da ruhsal özellikleri... Örneğin bir elde beş parmağın olması o kadar sıradan görünüyor ki bize, tüm insanlardaki bu mucizevî ve ilahî gerçekliği fark etmeyen biz, 6 parmaklı insana hayret ediyor ve “Allah Allah” diyoruz. Sanki insanın 5 parmaklı oluşu başlı başına bir mucize değilmiş gibi! Evrensel boyutuyla da bu böyledir; sözgelimi güneşin doğudan doğması, yerçekimi, yağmurun yağması, karın üşütmesi vs... Bu ilahî nizamlar—maalesef—bize o kadar basit ve sıradan gelmeye başlamış ki, örneğin yerçekiminin biraz farklı olarak yaşandığı yer olağanüstü geliyor herkese. Hatırlarsınız kendiliğinden yokuş yukarı giden bir araba ne kadar da ilgimizi çekmişti!

Özellikle iletişim çağına geçildiğinden beri neredeyse gün aşırı şöyle bir haber okumak mümkün oldu: “Falanca yerde mucizevî bebek! Doğduğu andan itibaren konuşmaya başladı!” Ya da “Bilmem nereli bebek görenleri hayrete düşürüyor, zira 40 yaşındaki bir adamın fiziksel özelliklerine sahip!”

Esasen her şeyin ilahî bir kural ve kaide ile muhkemleştirildiği bir evrende, bu tür sıra dışılıklara hayret etmek hayret verici bir şey olsa gerek!

İşte böylesi bir altyapı ile David Fincher’in son şaheseri “Curious Case of Benjamin Button / Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”ne baktığımızda açılıştaki muazzam alt öykü daha da anlamlı oluyor; kör saatçi Gateu’nun kadranı geriye doğru ilerleyen saati. Merhum Necip Fazıl onlarca kavramın derinlerine inmeyi denediği Cinnet Mustatili dönemlerinde, ‘zaman’ kavramı üzerine de epey kafa yormuştu. Şöyle demişti bir keresinde: “Belki de bir hırsız; izi, lekesi var / belki de bir hırsız; o yok, gölgesi var!”

Dünyaya geldiğimizden beri her şeyi yerli yerinde bulmayı bir lütuf değil dünyanın standart donanımı zanneden biz sıradan ölümlüler birçok mucizevî şey gibi ‘zaman’ı da çoğu zaman hiç anlamamış ve kavramamışız. Bazen onu dümdüz bir çizgi zannetme yanılgısına düşmüş, bazen hayatın ritmi ile bir ‘yaratılmış’ olarak ‘zaman’ı birbirine karıştırmışız. Biliyorum biraz daha eşelersek mevzu bir sinema yazısı olmaktan çok başka mecralara akacak.

Fincher son filminde hayatı tersine akan sıra dışı bir insan olan Benjamin Button’un öyküsünü anlatmadan önce bizleri atmosfere hazırlıyor. Ve yaşlılar evindeki derin kadın Dorothy’e şu cümleyi söyletiyor: “Neler olacağını asla bilemezsin!”

Film, 1920’lerde F. Scott Fitzgerald’ın Mark Twain’in “Seksen yaşında doğup yavaş yavaş on sekizimize doğru ilerlesek hayat sonsuz mutluluk olurdu.” cümlesinden yola çıkarak kaleme aldığı kısa hikayeye dayanıyor. İsterseniz biraz hikayeden bahsedelim: Benjamin, 80 yaşında bir insanın fiziksel özelliklerine sahip biri olarak dünyaya gelir. Derisi buruşuk, kemikleri yıpranmış ve onlarca hastalık taşımaktadır. Düğmeci olan baba, Benjamin’i doğururken ölen karısının sözlerine inat bebeği önce denize atmak ister, ardından bir huzurevinin merdivenlerine bırakır. Garip bir durum vardır; çevresindeki herkes yaşlanırken o tek başına gençleşmektedir. Gerisi bildik hayat aşamalarının perdedeki yansımaları işte; çocukluklar, aşklar, ihanetler, tutkular, vedalar, buluşmalar vs... Benjamin’in bilinci açılmaya başladığında hayat ile olan ilişkisindeki ters akan zaman metaforunu keşfeder. Bütün araçların aynı istikamete gittiği bir yolda hayat hızıyla tam aksi istikamete giden bir araç gibidir. Onun için yaşam paralel akan bir şey değildir. O yaşlıyken çocuk olanlar, yaşlandığında o çocuklaşacak, o çocukken yaşlı olanlar Benjamin’in gençliğini göremeyeceklerdir. Ama kaderin güzel kıyakları da olacaktır bu tuhaf adama; hayatın tam ortasında bir takım kesişme noktalarında mutluluğu yakalayabilecektir. Tıpkı bakıcı Dorothy’nin dediği gibi; neler olacağını asla bilemezsin!

Sıra dışı öyküsü ve özenli senaryosu ile dikkat çeken “Benjamin Button’un tuhaf hikayesi”, 5 dalda Altın Küre’ye aday gösterildi ve birçok otorite tarafından da 2008’in en iyi filmlerinden biri olarak kabul edildi. Film yakında verilecek olan Oscar ödüllerinin de en güçlü adaylarından.

Ritmi ve ışığı harikulade kotarılmış filmin en üstün özelliği baştan sona bir makyaj harikası olması... Yaklaşık 80 yıllık bir zaman dilimini sıçramalar ile anlatmasına rağmen en ufak bir sırıtma olmuyor karakter devamlılığında. Ancak önemli bir eksiklikten de söz edebiliriz filmde: Tamam, harikulade bir hikaye kusursuz bir şekilde akıyor ancak kahramanların yaşadığı ortam ve çevre betimlemelerinde bir tür sosyolojik körlük söz konusu. Sözgelimi ırkçılığın zirvede olduğu bir dönemde zenci bir anneden bahsederken tek kelime ırkçılığa dokundurulmuyor ya da 2. Dünya savaşı döneminde savaş ile ilgili en ufak bir dokundurma göremiyoruz ne yazık ki!

İhtimal ki, küçümsenmeyecek sayıda Oscar toplayacak olan “Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi” özellikle bizim kültürümüze vakıf olanlar için perdede gösterdiği şeylerden çok daha fazla anlam ifade ediyor. Zira Necip Fazıl’ın “Ey akıl nasıl delinmez küfen / ebedi oluşun urbası kefen / kursa boşluğa asma köprü fen / Allah derim, başka hiçbir şey demem” dizelerinde olduğu gibi bir mütevekkili hayretler içinde bırakmak yerine aşkını daha da artırıyor bu tür ibretlik öyküler.