Bekleme odasındayım.
“Çay, kahve ne içersiniz?” diye soruyor güler yüzlü asistan.
“Bir şey istemiyorum, teşekkür ederim. Belki daha sonra” diyorum hiç teklemeden. Fakat gizlemeye çalıştığım heyecanımın, açığa çıkmak için sesimden faydalanmasına engel olamıyorum.
“İnsan kaynakları müdürümüz bir toplantıya katıldı. Toplantısı bitince bu odaya gelecek. Sizi biraz daha bekleteceğiz” diyor.
Odada firmanın reklamını içeren büyük bir duvar saati var. Akrep ve yelkovan çok geçmeden biraz fazla beklediğimi fısıldıyorlar bana.
“Bu nasıl planlama, saat 10 dediniz 15 dakika erken geldim. Yarım saattir bekliyorum. Siz neden gecikiyorsunuz?” demek istiyorum, diyemiyorum. Çünkü, böyle zamanlarda sabretmek ve susmak gerektiğini ve bunu yapanın muradına eremeyeceğini söyleyen annem geliyor aklıma. İlkokul beşe kadar okumuş fakat o beş yılın her birinde bir üniversite bitirmiş birisidir benim annem.
Üstelik buraya gelirken hem bir sabır testinden geçmiş, hem de son otobüste tuhaf biri ile tuhaf bir diyalog yaşamıştım. Benim için ilginç bir yolculuk olmuştu. Zaten sabahın köründe yola çıkmış, üç vesait değiştirmiştim. Üstelik uzun süre ayakta kaldım. Ve o vasıtalarda gördüm ki, şehir kalabalıklaştıkça insanlar da kabalaşıyor. Kadın olmak da, gazi, yaşlı ya da hamile olmak da artık öncelik sebebi değil. Korkarım orada ölseniz bile ayakta durmak zorunda kalabilirsiniz.
Yolculardan çoğunun yüzlerinde hep gizli ve derin bir acının izlerini gördüm.
Ben tam, “adeta cehennem azabı çekiyorlar” diye düşünürken, bir soru ile irkildim: “Hazır mısınız?”
Bunu sol yanımda oturan adam sol kulağıma eğilerek ve sadece benim duyabileceğim şekilde söylemişti.
…
Tıklım tıklım bir otobüste uzun süre ayakta yolculuk yaptıktan sonra tam önünde beklediğim koltuk boşalınca oturmuştum bu adamın yanına.
Aslında aynı koltuğa daha önce iki kez oturma fırsatım olmuş fakat buna benden daha çok ihtiyacı olduğunu düşündüğüm kişilere vermiştim hakkımı.
Ayakta beklerken onu fark etmiştim. Orta yaşlarda bakımlı ve karizmatik bir adamdı. Yüzü genelde camdan tarafa dönüktü. Yanında oturan oldukça şişman ve rahat kadını rahatsız etmemek için özel bir çaba gösterdiği belli oluyordu.
Ben oturabileceğim halde hakkımı kendisine verdiğim bu kadın, bir ara yolumuz üstündeki bir mezarlığın önünden geçerken giriş kapısının üzerinde, büyük harflerle yazılmış “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısını işaret ederek:
“Ne sinir bozucu bir yazı. Hangi akıllı yazmış ki bunu buraya” diye oldukça sesli bir şekilde söylenmişti.
O da kadına gayet tatlı bir ses tonu ile bunun sıradan bir söz olmadığını, bir ayet meali olduğunu söylemiş, hatta hangi surede geçtiğini de belirtmişti.
Kadın, “Ben ayete karşı değilim canım, buraya yazmalarına ne gerek var” diyerek cahilliğinden taviz vermemekte ısrar etmişti.
Adam bir ara, elindeki dosyayı uzun uzun incelemişti. Bir ‘yönetici’ havası vardı. Onu gözlemlediğimi fark etmemişti ya da ben öyle sanıyordum. Camın bir ayna vazifesi gördüğü zamanları değerlendirmiş olması da muhtemeldi.
Bu güne kadar birkaç mülakata girmiş, sonuç alamamıştım. Fakat bu sefer ümitliydim. Bunda, insan kaynakları yönetimi bölümünden iyi bir derece ile mezun olmamı tebrik etme nezaketini gösteren ve müsaitseniz sizinle yarın görüşmek istiyoruz diyen yetkilinin bana çok pozitif gelen sesi de etkili olmuştu.
Tam her şey yolunda gidiyor derken bu soru da neyin nesiydi şimdi?
Sanki bir mülakata katılacağımı biliyor ve soruyordu: “Hazır mısınız?”
Doğrusu uzun zamandır iş aradığımı, bulamadığımı, ailemin akrabalarımıza karşı mahcubiyetini, arkadaşlarım arasında bekar ve işsiz bir tek benim kaldığımı duymayan kalmamıştı.
Yoksa beni tanıyor muydu?..
Belki de bu adam düşünce okuyabilen, insan şekline girmiş bir uzaylıydı? Zaten kulaklarının büyüklüğü ve kaşlarının benzerliği bana Uzay Yolu filmlerinin Mr. Spock isimli karakterini hatırlatmıştı.
Düşüncelerin hızı ışık hızından hızlı olmalı, aynı anda onlarcası gelip geçiyordu çünkü. Bir tanesi bu adamın ölüm meleği olabileceğini söylüyordu. Bu otobüs birazdan üzerinden geçeceğimiz köprüden aşağı yuvarlanacaktı ve melek bana soruyordu:
“Hazır mısınız?”
Bu kısa sorunun uzun bir anlamı vardı elbette: Böyle bir hazırlık için ömrünü nerede harcadın, hangi amellerde bulundun, malını nerede kazandın ve nereye harcadın, vücudunu nerede tükettin?..
Hayır hazır değildim.
Hatalıydım, kusurluydum, eksiğim çoktu.
Modern zamanlardaydık ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak çok revaçtaydı. Fani olduğumuzu hatırlatan her şeyin üstü örtülüyordu. Ölüme hazırlanmak diye bir şey yoktu, bütün hayatımız hayata hazırlanmakla geçiyordu. Bir mezarlığın giriş kapısında bile “Her canlı ölümü tadacaktır” yazması, eleştiri konusu olabiliyordu.
Fakat şu an için kastedilen hazırlık tövbe etmek ve kelime-i şehadet getirmekse bunu hemen yapabilirdim.
Ya da ben melekleri karıştırmıştım. Bu bir iyilik meleği idi. Çektiğim onca sıkıntıya sabretmiştim. Çünkü anne sözü dinlemiştim ben:
“Sabret oğlum. İsyan etme, mükâfattan mahrum kalma.”
Belki de bu gün o mükâfatı alacağım gündü.
Bu düşünceler aslında sadece birkaç saniyemi almıştı. Ben tam “Neden sordunuz?” diyecektim ki adam önce davrandı ve yerinden kalktı. Gülümseyerek:
“Müsaadenizle” dedi ve ekledi:
“Yine görüşeceğiz inşallah.”
Sonra da çıkış kapısına doğru ilerleyip kalabalığa karıştı.
Bu arada gülümseyen hali ile bana daha da sevimli gelmişti doğrusu. Nedenini anlayamamış ve garip bulmuş olsam da, “Hazır mısınız?” sorusunun tedirginliğini bu sevimlilik biraz olsun hafifletmişti. Fakat “Yine görüşeceğiz inşaallah” demesi kafamı “yine” karıştırmıştı.
…
Bekleme odasındayım.
Mülakat saati 10:00 olarak bildirilmişti. Oysa saat 10:32.
Daha fazla beklememin ne kadar doğru olacağını sorgulamaya başlamıştım ki kapı açıldı.
Kendimi bir an bugünkü otobüste zannettim. Şaşkın bir halde ayağa kalktım. Çünkü içeri giren kişi bugün bana “Hazır mısınız?” diye soran kişiydi. Bir an beklemekten sıkılıp hayallere fazla dalmış olmalıyım diye düşündüm. Fakat o sorusunu yine o güzel gülümsemesiyle ve bu sefer ismim ile birlikte tekrarladı: “Hazır mısınız Burak Bey?”
Ardından devam etti:
“Haklısınız,” dedi.
“Bu tevafuk benim için de oldukça şaşırtıcı oldu. Öncelikle hoş geldiniz. Ben insan kaynakları müdürü Vedat. Buyurun oturun, ayakta kalmayın lütfen.
“Bu sabah küçük çocuğumun ateşi çok yükselince hastaneye acile gitmek zorunda kaldım. Normale döndü çok şükür. Kurumun servisine yetişemeyince otobüse bindim ve size rastladım. Elimdeki mülâkat yapılacaklar dosyasında sizin de bilgileriniz vardı ve resminizden sizi tanımıştım. Nasılsa kurumda görüşeceğiz diyerek ve biraz da latife olsun diye kimliğimi açıklamak istemedim. Bu nedenle yerimden erken kalktım. Benim geç gelmem nedeni ile genel müdürümüzle yaptığımız toplantıyı da geç yapmamız sizi bekletmeme neden oldu. Hakkınızı helal edin.
“Bu arada hem otobüsteki tavrınızı, hem burada gösterdiğiniz sabrı takdir ettiğimi söylemek isterim. Özgeçmişinizde yer alan bilgiler ve eğitim durumunuz da bizim için yeterli. Arkadaşlarım sizinle ayrıntıları görüşecek. Eğer şartları kabul ederseniz, hazırlıkları tamamlayıp birkaç gün sonra işe başlayabilirsiniz. Hayırlı olsun.”
Bu güzel sonucun tadına varamayacak kadar şaşkındım. Sadece “Teşekkür ederim” diyebildim.
O an Vedat Bey’in kimliğinin açığa çıkmış olduğunu düşünüyordum. Otobüs köprüden aşağı yuvarlanmamıştı ve kulakları da bana artık o kadar büyük görünmüyordu. Geriye diğer ihtimal kalıyordu: O bir iyilik meleği idi.
Bir hafta sonra insan kaynakları bölümünde işe başlayıp, bir süre çalıştıktan sonra görecektim ki, gerçek bambaşkaydı. O sadece bir insandı. Hem çok başarılı, hem mütevazi, hem de fani olduğunu unutmamış iyi bir insan…