TR EN

Dil Seçin

Ara

Su Testisi Mi, Hakikat Çekirdeği Mi?

“İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse öyle haşr olur” hakikati; “su testisi su yolunda kırılır” şeklinde darb-ı mesel olmuş. Bizim içinse bu hal; “hakikat çekirdeği hakikat yolunda zahiren çürür, esas itibarı ile ise ebedî âlemde saadet filizleri şeklinde tecelli eder.”

Tanıdığım hazık (mütehassıs, maharetli) ama mütedeyyin olmayan bir genel cerrahi uzmanı vardı.

Doktorumuz pankreas hastalıklarında, özellikle kanser cerrahisinde meleke kesbetmiş biriydi. Zamanla ülke genelinde tanınan meşhur bir cerrah oldu. Her taraftan hastalar akın akın gelip, hünerli ellerinden medet bekliyordu. Kısa zamanda şöhret basamaklarına tırmandı ve hızla ekonomik doygunluğa, çoğumuzun ulaşamayacağı maddî servete kavuştu. Zaman zaman da “bazen bilerek, bazen de bilmeyerek” hastalarını incitip beddualarını aldı. Özellikle maddî durumu el vermeyen hastalarına olan soğuk münasebeti kendisi için sonun başlangıcı oldu.

Bir gün, yıllardır teşhisini koyduğu hastalığın emarelerini kendinde tespit etti. Kuşak tarzında karnını saran ağrı, yükselen enzimler ve sararan bedeni, korkulan teşhisi yani pankreas tümörü tanısını doğruluyordu. Bu sefer hünerli el arayan, hünerli elin ta kendisi olmuştu. Camiayı yakından tanıdığı için bu konuda en deneyimli genel cerrahi uzmanının Kanada’da olduğunu biliyordu. Ve soluğu yurt dışında aldı.

Ancak Kanada’daki doktorumuzun başka bir hüneri daha varmış. Hastasını ameliyat etmekle kalmaz, servetini neredeyse son kuruşuna kadar tükettirirmiş. Uzmanımız pankreas hastalığından elde ettiği birikimini, tekrar kendi pankreas kanserinin tedavisi yolunda istemeyerek harcamak zorunda kalmış. Ancak nafile, tümör ileri evre olduğundan tedavi ihtimali pek kalmamış. Klasik deyişle; tıbbın bütün imkânları seferber edilmesine rağmen maalesef kurtulamamış. Yani su testisi su yolunda kırılmış.

Hikâyemiz hüzünlü olduğu kadar, ibret dolu. Ancak her birimizin, her an başına gelebilecek bir hayat serüveni.

Madem ki her gelecek yakındır, ömrümüz ne kadar uzun olsa da; ölüm bizi muhakkak yakalayacaktır. Ve geçerli olan kural bizim için de işleyecektir. Nasıl yaşadıysak öyle öleceğiz, nasıl ölürsek öyle dirileceğiz. Ya su testisi gibi su yolunda kırılıp, kırıldıktan sonra hiçbir işe yaramayacağız yahut hakikat çekirdeği olarak ebedî âlemde neşv-ü-nema bulacağız.

İnsanın ne biriktirdiği serveti, ne şöhreti ve ne de dünyevî ilimleri öldükten sonra fayda vermemektedir. Az önce anlattığım genel cerrahi uzmanının kendi hastalığı yolunda bütün servetini harcamamış olsaydı, yüzlerce daireler, arabalar, gayrimenkuller bırakmış olsaydı bile, öldükten sonra bunların kendisine hiçbir fayda vermeyeceği hepimizin malûmudur.

Ancak buna karşılık; kılınmış iki rekât namaz, yapılmış güzel bir hasenat, okşanmış yetim bir baş, kıymeti dünyevî ölçülerle ölçülemeyecek kadar fazla olacaktı.

O zaman şunu diyebiliriz ki, güzel ahlâkla süslenmiş ibadetlerimiz ve kaçındığımız günahlar, bizim sığınağımızdır. Böylece belki zahiren öleceğiz ama hakikatte ebedî âlemde filizleneceğiz.

Peygamberimizin (a.s.m) şu sözü kulaklarımızda çınlamalı: “Sabah namazının iki rekâtlık sünneti bütün dünya ve içindekilerden daha efdaldir.”

Eğer sünnetinin kıymeti böyle dünya ölçüleri ile tartılamıyorsa, farzının değerini bütün akıllar bir araya gelse ölçemez herhalde.

Bediüzzaman da demiyor mu, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktıklarına da kıymet verme.” diye. Öyleyse ben şunu bilir, şunu söylerim:

Demek değmez ki alınsa,

Çürük maldır hep bu çarşıda,

Öyleyse geç iyi mallar

Dizilmiş arkasında!