Ne zaman eğitim sistemimizden bahis açılsa, ‘ezberci eğitim’e de okkalı bir fasıl ayrılır. Kolaycı bir tahlil ile sistemin bozukluğu derhal ona fatura edilir. Günah keçisi bir kere tespit olununca artık başka bir sebep de aranmaz. Herkesin yüzünde bir iş (!) başarmış olmanın huzuru okunur. Ama bu ezberci eğitimin yerine neyin nasıl konacağına dair bir çözüm cümlesine dair tek bir kelime duymayız yapılan tartışmalarda.
Aslında bu bile, ‘ezberci eğitim’ lafının ne derece ‘ezbere’ kullanıldığı, yani klişeleşmiş olduğunun bir göstergesidir. Kavramı diline dolayanlar dahi, ne dedikleri konusunda berrak bir zihne sahip değildirler ve çözüm üretemeyişleri de bunun bir başka görünümüdür.
Fakat meselenin nadiren de olsa entelektüel bazı tartışmalara zemin teşkil ettiğini de gözlemekteyiz. Söz gelişi, ezberci eğitimin kaynağına ilişkin tartışma... Geçenlerde Hilmi Yavuz, konuyla ilgili çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Bazı kesimlerin genel kanaatine göre, ezberci eğitimin kaynağı dindir. Kur’ân’ın ezberlenmesi ise tipik bir ezberci eğitim uygulamasıdır. Yavuz, yazısında işte bu kanaatte olanları şoke edecek bir iddiayı dillendirdi:
“...Din, asla ezberci ve Skolastik bir disiplin değildir. Çünkü İslâm veya herhangi bir semavî din, kutsal kitapların ezberlenmesi ile ne yetinmiştir ne de din bu ezberle hayata geçirilmek imkânını bulmuştur. Yüce kitabımızın bizi sürekli ‘taakkul ediniz!’ diye uyarması bundandır.”
Yavuz, İslâm ve öteki semavî dinlerin ezberci eğitim noktasında savunusunu bu şekilde yapmakla yetinmiyor. Topu göğsünde yumuşattıktan sonra, yazısının geri kalanında, karşı kaleye sert bir şut çekmeyi de ihmal etmiyor:
“...aslında ezbercilik, bana göre elbet, Skolastik düşüncenin değil, tam tersine, Aydınlanma (evet, Aydınlanma!) düşüncesinin bir veledizinasıdır. Nasıl mı, şöyle: Büyük Fransız filozofu Jean-Paul Sartre’ın ilk romanı ‘La Nausée’nin (Bulantı) kahramanı Roquentin, Marquis de Rollebon adında bir tarihî şahsiyet üzerine araştırma yapmak üzere halk kütüphanesine gitmektedir. Orada, sürekli olarak kitap okuyan birine rastlar ve merak eder. Hangi amaçla oradadır ve niçin sürekli alfabetik bir sırayla dizilmiş olan kitapları, o sıraya göre okumaktadır? Romanda ‘Otodidakt’ (kendi kendini yetiştiren) adıyla anılan bu tip, Lucien Goldmann’ın ‘Aydınlanma Felsefesi’ kitabından alıntılayarak söylersem, ‘hicvedilen’ (satiric) bir karakterdir. Goldmann, ‘Otodidakt’ karakterine yöneltilen hicvin, dikkat edilsin, ‘Aydınlanmanın temel inançlarından birine’ karşı olduğunu söyler. Goldmann, Aydınlanma’nın bu temel inancını şöyle dile getirir: ‘Bilginin, ansiklopedi ve sözlükler aracılığıyla alfabetik olarak düzenlenmiş bölümler içinde aktarılabileceği inancı...’ “
Hilmi Yavuz’un işaret ettiği nokta, Aydınlanma aklının öncülük ettiği ansiklopedi fikridir. Nitekim ansiklopedist adıyla anılan kimseler, o dönemde ortaya çıkmışlardır. Ve bunlar, arka arkaya sıralanmış malumatın ezberlenmesiyle bilgi basamaklarının en yukarısına çıkabileceklerini düşünüyorlardı. Yavuz’a göre, günümüz ezberci eğitim sisteminin temelini oluşturan maya, işte bu ansiklopedistlerin fikir dünyasına çaldığı mayadır. Dolayısıyla, ezberci eğitimde sorumlu tutulması gereken, din değil, Aydınlanma’nın ta kendisi olmaktadır! İşte Batıyı da Doğuyu da bilince ve ezbere konuşmayınca işin aslı hakikati bu şekilde ortaya konabiliyor.
Yalnız bu ‘ezberci eğitim’ meselesinde açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir nokta daha var. O da şu: “Eğitimde (öğrenimde) ezbere hiç yer yok mudur gerçekten?”
Geçenlerde vefat eden (kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz) Prof. Dr. Ferruh Müftüoğlu, bakın bu konuda önemli bir tespitte bulunuyor:
“Ezbercilik konusu hep yanlış anlaşılmaktadır. Çocukların gerekli, gereksiz, faydalı, faydasız, unutulmaya mahkûm bir takım bilgileri neden veya niçin öğrendiğini bilip düşünmeden öğrenmeye zorlanması elbette fevkalâde yanlıştır. Ancak, ezberci eğitimden kaçacağız derken insanlar, şiir bile ezberlemekten korkar hale getirilmişlerdir.
Halbuki, çocuğun kendisine asgarî bir bilgi tabanı kurmak ve bir düşünce iskeleti oluşturmak için bazı bilgileri ezbere bilmesi şarttır. Yanlış olan, teferruatın ezberletilmesi, zihniyet ve yorumların ezberletilmesidir. Değilse, bilgilerin en çok mantığa dayalısı olan matematikte bile ezberin çok önemli yeri vardır.
Kerrat cetvelini ezbere bilmeyen insanın hızlı çarpma ve bölme yapması imkânsızdır. Elektronik hesap makinelerinin bulunduğu çağda kerrat cetveli ezberlemenin anlamı yoktur... diye düşünenler olabilir. Fakat, her insanın dört işleme dayalı basit hesapları zihnen yapabilecek kadar zihnî donanıma sahip olması gerekir, hatta şarttır.”
Müftüoğlu’nun bu basiretli tespitini, Hz. Peygamber’in (asm) sünnetinin de desteklediğini görüyoruz. Efendimizin (asm) çocuk ilk dünyaya geldiğinde, bir kulağına ezan diğerine kelime-i şehadet getirilmesini emretmesinin, çocuğun ruhunda asgarî ve çok temel bir bilgi tabanı kurulmasıyla ilişkisi vardır. Zira o ilk duyulan söz, çocuğun zihin ve gönül dünyasının en dibine oturmuş olacaktır. Daha sonra söylenen ve onun duyacağı bütün sözler, o sözün üzerine gelir. Ve belki bir sürü zararlı ve malayani söz, bu ilk sözün terazisinde değeri takdir olunup gerektiğinde çöp sepetine atılacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, ilk ve esas bilgilerin ezbere olarak zihin ve gönül dünyasına alınmasında zarar değil, bilakis büyük faydalar vardır. Nitekim, Yaratıcı eğitim yaşının başlarında (5-7 yaş) hafıza kudretini son derece yüksekte tutarak, bu konuda bize yol gösteriyor. Bu yaşlarda şiir, güzel söz ve bilgilerin çocuklar tarafında kolaylıkla ezberlenebildiğini hatırlayalım lütfen.
Fakat elbette insanlar hayatının kalan kısmında ezberledikleri şeylerin hakikatini anlamak ve tefsir etmekle mükelleftir. Tıpkı çocuğun önce elifba’yı öğrenip ayetleri ezberleyip daha sonra bu ayetlerin tefsirine ve tafsilatına çalışması gibi.