TR EN

Dil Seçin

Ara

Ve İnsan Unuttu!

İnsan unutmaya devam ettikçe kaybı hep büyük olacak, kazancı ise hep küçük.

 

Neyi ve kimi?

Tarlalardaki buğday başaklarının rüzgârın ninnisiyle salındığını da unuttu. Kırlara çıkmayı, çiçeklere bakmayı unuttu. Binler meyve veren ağaçları, kuru odunlardan ibaret olan bu mübarek ağaçların nasıl meyve verdiğini de unuttu. Ağaçların birer postacı olduğunu unuttu. Mektubu açtı okudu ama göndereni unuttu...

Üstüne kurşun gibi düşmeyen, tek tek gönderilen yağmur taneciklerini de unuttu. Sonsuz rahmeti unuttu. Üst üste bindirilip de balyalar hâlinde inmeyen kar tanelerini de unuttu. Kimin, hangi ince hikmetle onları bir bir gönderdiğini de unuttu.

İnsan bu dünyaya, muhteşem ve muazzam bir dava, bir ideal için gelmişti. Omzundaki yükü ve sırtındaki küfeyi bırakıp kaçan bir hamal oldu. Hâlbuki hamal, yükün altında güzeldi...

Neyi unutmadı ki insan?...

Allah’ın kendisine yaptığı bunca iyiliği çok çabuk unuttu. Gökyüzündeki ayı, güneşi, yıldızları, tarlaları unuttu, baharı, çiçekleri unuttu, kırları, kuşları unuttu. Zamanın oralarda ne kadar yavaş geçtiğini de unuttu.

Bir filmden küçük bir sahne:

Ünlü bir fotoğrafçı, kırlarda hayvanları otlatmakta olan mal sahibine bakıp:

“Çoban nerde?” diye sorar.

“Ona bazen izin veriyorum” der patron. Fotoğrafçı:

“İşleri buradan mı takip ediyorsun?”

“Evet, cep telefonu yeterli.”

“Burada niçin bulunuyorsun, maksadın ne?”

Patron bir göz kırpıp şu cevabı verdi:

“Dostum, kırlarda zaman yavaş geçiyor, bunu fark ettim. Onun için bazen çobana izin veriyorum, vaktin kıymetini bilmeye çalışıyorum.”

Vakit bereketini kaybettiyse eğer, anlamsız telaşımızın ve bitmek bilmeyen lüzumsuz bir yığın işlerimizin de suçlusu biziz.

Ve en kötüsü insan, ölümü de unuttu. Hem de ne unutmak! ..

Geçenlerde arka arkaya gelen ölümler üzerine, tanınmış bir sanatçı televizyon ekranlarından şöyle sesleniyordu: “Sanat dünyamızda bir yaprak dökümüdür başladı bu aralar. Ölümler çokça olmaya başladı. Biri bunlara dur demeli.”

Ne demek istiyordu bu garip insan?

Ölümü unutmak, ömrü uzatmıyor. Ölümü unutan insanı, ölüm unutmuyor. İnsan sadece unuttuğuyla kalıyor, o kadar.

Zannediyor ki, Yaratan istediği zaman değil de, kendi istediği zaman ölecek. Ne büyük bir gaf, ne büyük bir gaflet, aman Allah’ım! Gafletin de mertebeleri var...

Evet, insan kendi nefsinde ve kendi dünyasında sınırlı kalınca neler söylüyor. Oysa kalp ve ruh gibi daha üstün mertebeleri de vardır insanın. Nefsin kendi başına buyruk olması, tehlikelerin en büyüğü.

Sanki donmuş, uyuşmuş bir hayatın üzerine, ruh üfleniyor her sabah ılık ılık. Kim farkında? Ezanlarla başlıyor her sabah uyanış. Bu seslerle doğuyor yeni bir gün. Tevfik Fikret’in dediği gibi: “Bütün tabiat o dem / Kıldı secde-i şükran.”

Kâinat ayakta, insan yatakta. Olur mu hiç?!

Evet, böyle bakınca ne kadar güzel oluyor yaşamak. İnsana yakışan, verdiği sözü hatırlamak, o söze sâdık kalmak.

Evet, Kur’an-ı Hakîm’in sayfalarını bir açıp baksa ve okusa, bir baksa insan, Rabbinin kendisine neler neler söylediğini duyacak:

“And olsun ki, Biz, bu Kur’an’da insanlar için her çeşit misale yer verdik.” (Rûm Suresi, 58).

“Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları, bilenlerden başkası düşünüp anlamaz.” (Ankebut Suresi, 43).

Yine Araf Suresi’nin 176. âyetinde:

“Kıssayı anlat, belki düşünür, öğüt alırlar” buyrulur.

Evet, öğüt almak, ders almak ve bu dersin etkisiyle uyanmak...

Ne güzel söylüyor şair Cahit Irgat:

“Bir damla düştü gözlerime / Geçen buluttan / Hatırladım inanmanın ne olduğunu.”

“Hatırla ki” diye başlayan bir âyet vardı. Anılması hiç söz konusu bile olmayan bir su damlası hâli vardı ki insanın, onu da unuttu. Onu hiç unutmayan Rabbini de unuttu. Allah da ona kendini unutturdu. Şimdi cehennemî bir azabın içinde kıvranıp duruyor insan. Daha cehenneme gitmeden, dünyada tadıyor bu azabı. Şeytanın adımlarını izlememeliydi insan. Şeytan Rabbini unutmuştu, kalbinde mârifete zerre miktar yer kalmamıştı. O zulmânî hâli bize de lâyık görmeye çalışıyor. Şeytan insana önce kendini unutturur, sonra Allah’ı. Bu tuzağa dikkat, 13. Lem’a’da çaresi var bir bak.

Sonra; unutan insan diklendi durdu Rabbine karşı. Her şeye rağmen Rabbi, son derece merhamet ve şefkat sahibiydi. Onu her türlü isyana rağmen tövbesiyle, affına lâyık gördü.

İnişler, çıkışlarla dolu hayatında hep zikzaklar çizdi durdu insan. Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi: “Hayvan hayvanlığıyla kurtuldu, melek melekliğiyle. İnsan ikisi arasında yalpalayıp durdu.”

“Ne olacak hâlimiz?”

Bu soruyu günün her saatinde sormalıyız kendimize. Elimizden bir tutanımız yoksa, bizi bizden daha çok bir düşünenimiz yoksa, ne olacak hâlimiz?

Evet, her günün sabahında içimizden yankılanan sesler yükselmeli. Vicdanımızı dinlemeliyiz ve onun sesini duyup tövbeye yönelmeliyiz. Uyanışımız bugündür, belki bu sabahtır. Pişmanlık duyulmayan ve tövbe ile uyanılmayan her sabah, hafif bir rüyadan daha ağırına geçmektir.

Uyanmak; kafa gözünün açılması değil, kalp gözünün açılmasıdır.

Herkes bir şeylerden sorumlu, insan ise tüm kâinattan. Şükrün bir çeşidi de namaz ile kendisine verilen tüm nimetlerin Rabbine karşı takdimini de içeriyor. İbadeti terk eden, kâinatın ibadetini de görmüyor, göremiyor.

Ve insan unuttu. Ahd-ı misâkı, Elest meclisinde verdiği “Kâlû-belâ” sözünü de unuttu.

Hatırlaması gerekir, ölmeden önce ona birilerinin niçin dünyaya gönderildiğini hatırlatması gerekir. Yolu, yolculuğu, kılavuzu ve o rehberin elindeki kitabı, kitaptaki işaretleri hatırlatması gerekir. Attığı her adım, onu bir daha asla dönmemek üzere ebedî bir âleme götürüyor. İnsanın uyanışını bekliyor bütün bir kâinat.

Bu kâinatta insan olan bir insan eğer yoksa, kâinat da yok, kâinattaki mahlûkat da yok adeta.

Kâinatta bir ustabaşıdır insan. Ustabaşı işinin başında değilse, diğer işçiler çalışıyor denemez. Gözcülük görevini, şahitlik yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekir insanın. Hayretli bir nâzırdır, bir dellaldır, bir ustabaşıdır insan, görevinin başında olmalıdır. İnsan iş başında değilse, kâinatın çalışmasını, işleyişini görmüyorsa, yarın ne söyleyecektir, ne anlatacaktır Rabbine karşı bu insan? Hiçbir şeyin mânâsı yoktur onun nazarında. Her şeyin sorulacaktır bir bir hesabı. Unutmak çare olmayacak, unutmak bir mazeret teşkil etmeyecektir.

Sadî Şirazî’den bir öykü:

“Bir gün annemin kalbini kırmıştım. Kalktı, yan odadan küçük bir beşik getirip önüme koydu.”

“Evlâdım” dedi. “Küçükken seni ben, bu beşikte sallayıp büyütmüştüm.”

Sadî Şirazî bu hatırayı hayatı boyunca hiç unutmadığını söylüyor.

Evet, bazen hatırlatma görevini bir beşik yapar, bazen de bir felaket. Kayar gider ayağımızın altından her şey su gibi. Ömür de öyle geçer gider. Bir yere tutunmalı ellerimiz. Yoksa akıntıya kapılıp gideriz. Dünya ve içindekiler güçlü bir anafor oluşturuyor, bizi kendine doğru çekiyor. “Daha, daha” diye saldırırken hırsla dünyanın daha fazlasına, nice canlar gidiyor, nice ömürler tükeniyor.

Ne güzel diyor Hâfız-ı Şirazî: “Neye alıştınsa onları terk et, onlara aykırı olan şeylere yapış da muradına ulaş.” İnsanın insanca yaşamasına yetecek kadar nasip her zaman vardır bu dünyada, eğer eceli gelmediyse, vakti tükenmediyse.

Değmiyor ebedî hayatı kaybetmeye, değmiyor dinin gereklerini yerine getirmeden yaşamaya, değmiyor. Bediüzzaman ne güzel diyor: “Biz dini severiz, dünyayı da din için severiz.”

Ve insan unuttu.

“Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden / Sonunda din de gitti, dünya da elimizden” diyen şair haklı çıkıyor her zaman. İnsan unutmaya devam ettikçe kaybı hep büyük olacak, kazancı ise hep küçük. Evet, mülk O’nun, nimetler O’nun, biz de misafiriyiz O’nun. Nimetlerin bolluğu, ucuzluğu, Allah’tan olduğu ve Allah yarattığı için.

İki arkadaş konuşuyordu ölen birinin ardından. Biri “Ne bıraktı?” diye sordu. Diğeri, “Nesi varsa, hepsini” dedi. Diğeri “Eğer ölen, ilmiyle âmil ise, geride bıraktıklarından daha fazlasını da yanında götürmüştür; merak etme” dedi.

Bir gün kampanalar çalacak, “şimdi paydos” diyecekler. Unuttuğunu fark etmek ve uyanmak da bir nimet. O nimetin nimet olduğunu anlamak da bir nimet. Gökler ve yer dolusu hamdler ve senâlar o Yaratan’a ki, bütün sonsuz ve sayısız nimetlerini lütfettiği için.

Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadis-i şerifinde bizi bu dünyanın nimetleri hakkında daha duyarlı olmaya ve unutmamaya çağırır:

“Kıyamet gününde kula nimetlerden sorulacak ilk sual: ‘Bedenine sağlık vermedik mi, sana soğuk su içirmedik mi?’ olacak. ”

Bu çağrıya uyan her kula ayrı bir lütufta bulunacak Rabbimiz.

Unutmanın yerini uyanışa terk etme vaktidir artık. Unutuşun hayatımızda nasıl bir yer tuttuğunu, sorgulamanın da şimdi tam zamanıdır.